Kant Felsefesine Dair Bir İnceleme
Özet
Alman filozof Immanuel Kant (1724–1804), Saf Aklın Eleştirisi, Pratik Aklın Eleştirisi, Yargı Yetisinin Eleştirisi isimli eserlerinde ve Aydınlanma makalesinde genel olarak aklın haritasını çizmeye çalışır ve bu değerli fikirlerini yazıya döker.
O, özellikle bilim, ahlak ve sanat felsefesini temellendirmedeki fikirleriyle insanların dikkatini üzerine çeken bir düşünürdür. Ayrıca o, hem aydınlanma düşüncesi ile büyük kitleleri etkiler hem de ’eleştirel düşüncenin’ öncülerinden bir filozof olarak tarihe adını yazdırır.
Bu yazı, sırasıyla, aydınlanma düşüncesi ve üç farklı alandaki temellendirme çalışmalarını incelemeyi amaçlamaktadır.
Anahtar Kelimeler: Kant, Aydınlanma, Bilim Felsefesi, Ahlâk Felsefesi, Sanat Felsefesi
Aydınlanma Felsefesi
“Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır.” ile başlar tesirli satırları ve devam eder.
Kant, meşhur ‘Aydınlanma’ makalesi ile sayfa sayısının azlığına ters orantılı bir biçimde, insanlar üzerinde ciddi etki bırakır. 1784 yılında bir dergiye cevap mahiyetinde yazdığı bu makalenin adeta parolası, “Aklını kullanma cesaretini göster!” cümlesidir. Bu beyanında, Romalı şair Horatius’un Latince orijinali Sapere Aude! olan, “Bilmeye cesaret et!” ifadesinden esinlenir.
Kullanılacak akıldır ama aklın sınırı bu makalede henüz tam tanımlı değildir.
Cesaretin eksikliği esaret, fazlalığı ise öfkedir. Oysaki ortası yiğitliktir. Kant, 80 yıllık ömrünün büyük bir kısmında, akla orta bir yol arar. Onu, bir dengeye oturtmak ister. Öncelikle bilimde ve ahlakta, dolaylı olarak sanatta ‘insan aklının konumunu’ tayin etmeye çalışır.
Fakültelerin Yapılanması Teklifi
Kant düşüncesinde, ‘destekleyen ve eleştiren’ akıl, aklın iki temel kullanım özelliğidir. Genel olarak o, aklın kullanımı ve nasıl çalıştığı ile ilgilenir. Fakat aklın kendisinin kaynağına ilişkin uzun süre net bir açıklama yapmaz.
İnsanların aydınlanması için, o günkü fakültelerin, iki farklı şekilde yapılandırılmasını önerir. Mevcut sistemi ve yasaları, destekleyen ya da eleştiren fakülteler şeklinde sınıflandırır. Hukuk ve Mühendislik alanları destekleyenler kısmında yer alır. Felsefe, Fen ve Edebiyat fakülteleri ise eleştirenler grubunda olmalıdır.
Birinci fakülteler, bağımlıdır, ayağı sistemin içindedir, pratikte düzeni korur ve kargaşayı önler. İkinci fakülteler, bağımsızdır, ayağı sistemin dışındadır, teorikte düzeni eleştirir, ilerlemenin önünü açar. Böylece, dengeli bir yaklaşımla, önce ‘ilerleme’ ve ardından da ‘aydınlanma’ gerçekleşir tezini savunur.
Ayrıca o, Prusya hükümdarı Büyük Frederik’e yazdığı bir mektuptaki önerisinde, devrimlerin diktatörlüğe dönüşmemesi için, aklın bu önemli iki farklı özelliğini vurgular ve kesinlikle kısıtlanmaması gerektiğine gönderme yapar.
Fransız Devrimini Nasıl Okur?
Onun, Fransız Devrimine yaklaşımı ilginçtir. Aydınlanma makalesinden 5 yıl sonra 1789 yılında devrim gerçekleşir. Bu olayı, insanlığın hukuki ilerlemesinin ve ahlaki olarak iyiye yönelmesinin bir modeli olarak okur. Fakat bu tarihsel anlamda, lineer bir yöntemle okuma da değildir.
Kant, olaya dâhil olanları ‘çıkar’ güderek yapanlar ve yapmayanlar olarak kategorize eder. Eğer çıkar gütmeden bu hukuki ve ahlaki ilerleme yapıldıysa, o bir devrimdir, yok eğer arkasında bir çıkar varsa, o devrim değildir, darbedir. O, görünüşte ikircikli bir duruş sergiler. Fakat bu tavır tutarlıdır. “İnsanın yaratıldığı böyle yamuk odundan, düzgün hiçbir şey yapılamaz” diyen Kant, insana karşı oldukça realist ve temkinlidir.
Bilim Felsefesi
Neler bilinebilir ve nasıl bilenebilir, felsefenin en temel iki sorusudur. Bu soruların cevabını, en önemli eseri Saf Aklın Eleştirisi kitabında cevaplamaya çalışan Kant, bilginin imkânları konusunda yeni bir yöntem, sistem ve felsefe ortaya koyar. “Bilim olmadan yapılan bilim felsefesi boştur, bilim felsefesi olmadan yapılan bilim ise kördür.” yargısı onun düşüncesinin temel eksenini ifade eder. Saf Aklın Eleştirisi, Aydınlanma makalesinden 3 yıl önce 1781 tarihinde ilk baskısı yayımlanır.
Kant’ın yapmak istediği şudur: Nasıl ki bugün, atomun Standart model ve Kuantum modeli gibi kimyasal farklı modelleri vardır. (Bunlar arasındaki uyum henüz kurulamadı. Fakat araştırmalar sürmektedir.) Aynen bunun gibi, Kant da o yıllarda, fizik ile metafizik arasındaki uyumu bulmaya ve kurmaya çalışır.
Sonuçta o, belli koşullar ve kategorilerin yardımı olmadan doğru bilgiye ulaşamayan aklın, ‘koşulsuz var olanın’ kesin bilgisine vakıf olamayacağı noktasına gelir. İşte Kant, fizik ile metafizik arasındaki bu sınırı/bu noktayı tespit ve tayin etmek için yıllarca çalışır, çabalar.
Bilginin Merkezi Değişiyor Mu?
Polonyalı astronom Nicholas Copernicus’un 1543 yılında, Dünyanın, Evrenin merkezinde sabit olmadığını, Güneşin etrafında ve kendi ekseninde döndüğünü keşfetmesiyle, ‘Kopernik devrimi’ başlar. Çünkü yanlış bir bilginin, artık doğrusu fark edilir. Zira Antik Yunan filozofları Sokrates, Platon ve Aristoteles’den itibaren, Kopernik devrimine kadar yaklaşık 19 asırdır, Dünya merkezli bir Evren algısı vardı. Artık merkez değişir ve yerini Güneş’e bırakır.
Kant’ın iddiası ise, özellikle bilim ve ahlak düşüncesi başta olmak üzere, felsefe alanında benzer bir devrimi yaptığını savunmasıdır. Saf Aklın Eleştirisi kitabı ona göre böylesi bir devrimin ispatıdır.
Önceden, büyük çoğunlukla Batı dünyası, ‘mutlak bilginin ve mutlak varlığın’, vardırlar ama onlar, insanı ‘aşkın’ bir merkezde olduğunu düşünürlerdi. Kant ise bunun tam da böyle olmadığını hatta teorik akılla bilinemeyeceğini iddia eder.
Kant öncesinde René Descartes, var olan ‘mutlak varlığın ve bilginin’ hepsinden şüphe ederek, bilimsel bilginin yönünün, ‘aşkın’ olandan insana doğru olması gerektiği düşüncesini yıllarca sorgular. Hatta bu yönün, tersi doğrudur tezini savunur. Kant, yön konusunda Descartes ile aynı fikirdedir; yani merkezde artık insan ve insan bilinci olmalıdır. Fakat Kant, metafizik anlamda, mutlak varlığın ve mutlak bilginin ispatı, insan bilincinin ve bilimin konusu olamaz, der.
Kant, insan aklına ve insan bilincine bir sınır çizmek ister. Aslında bu durum, patinaj yaptığı yerin itirafıdır adeta. Saf Aklın Eleştirisi’nde o, akla negatif anlamda bir tanımlama yaparak, Platon düşüncesinden uzaklaşır ve bu metafizik alanda söz kesmek teorik aklın (nazari, kurgusal) haddine düşmez, der. Fakat konu etik olunca Pratik Aklın Eleştirisi’nde Platon’a yaklaşarak, pratik aklı (ameli, kırgısal) ahlakın merkezine koyar. Bu çelişkili gibi görünen durum, bence Kant’ın düştüğü önemli bir paradokstur.
Özetle, teorik akla çizilen bu sınır ile esasında belki de o, ‘Ruh, Evren, İyi ve Tanrı’ gibi metafizik konulara alan açma arzusundadır. Bu alanların, insan aklını aşkın olmasından hareketle, bugün bile hâlâ, Kant perspektifinden ‘varlığı-yokluğu’ tartışılmaktadır. Zira kimi yorumlamalar, bu çizilen sınırdan hareketle, metafizik konular apaçık vardır fikrini savunurken, kimileri de bunları insan bilincinin zorunlu temsilleri şeklinde anlar. Sonuçta Kant’ın kendisinin nerede konumlandığı bile bizce tam açık değildir. İşte, Sokrates, Platon ve Aristoteles çizgisini sorgulayan ondaki bu eleştirel bakışlar, tıpkı Kopernik devrimi gibi bir devrimdir.
Hâsılı, fizik ve felsefedeki her iki devrimin ortak yönü, merkezlerin yer değiştirmesidir.
Kritisizm Bilim Metodu
Rasyonalizm ekolü, bilginin temellendirilmesi ‘zihinde’ olur tezini savunur. Empirizm ekolünde ise bilgi ancak ‘deneyimle’ temellenir. “Görüsüz kavramlar boş, kavramsız görüler kördür.” diyen Kant, bu iki ekolü uzlaştırmaya çalışır. Bazıları bu yeni ekolü, eleştirel düşünce bağlamında ‘kritisizm’ olarak adlandırır.
Ona göre, bilimsel bilgilere ve yargılara ulaşmak için, 3 aşama vardır. Bunlara, bilginin çekirdeği denilebilir. Duyular ile deneyimlemek, ardından da tecrübe etmek birinci adımdır. Düşünceler ile zihinlerde kavramsallaştırmak ikinci bir adımdır. Hafıza ise, bellek gibi sürekli kayıt yapar, uzay ve zamanda yolculuk çizer. İşte bu öz bilinç de diğer üçüncü bir adımdır. Bunlara; hissetme, muhayyile ve kendilik de denebilir.
Deneyim ile Temellendirmek
Bilmeye başlamanın ilk adımı duyabilmektir. Bu duyular; görme, koklama, işitme, tat alma ve dokunmadır. Nesnelerle ilk temas, bu duyular aracılığı ile olur. Bilinçli insan, tekrarlanan bu duyuları, ‘uzay ve zaman’ formları ile algılayınca, deneyime dönüştürür. Sonra bu deneyimler zihin ile anlamlandırılır. Ona göre ‘algı ve anlam’ birbirlerinin zorunlu sonucudur. Biri olmadan diğerinin olamadığı, adeta indirgenemeyen, akıldaki iki temel unsurdur.
Kant, nesnelerin ‘özü ile’ temas kurulamaz diyor. Nesneler, sadece ‘görünümleri ile’ temas kurularak deneyimlenebilir düşüncesindedir.
O, nesnelerin özüne, kendinde olan (ding an sich) şeylere, düşünülebilir ama bilinemez anlamında ’numen’ ve nesnelerin görünümüne ise bilinebilir anlamında ‘fenomen’ adını verir. Bu tanımlama ile ‘Neler bilinebilir?’ konusuna bir sınır getirmiş olur. Dolayısıyla o esasında, numen başlığı altında, metafizik unsurlara alan açar. Bu kısma o, aşkınsal diyalektik der.
Ayrıca ona göre, nesnelerin görünümleri yani fenomenleri, ‘maddesi ve biçimi’ olarak iki şekilde anlaşılır. Görünümlerin maddesi; empirizm ekolünü savunanlar gibi ‘deneyim’ ile, görünümlerin biçimi de rasyonelizm metodunu savunanlar gibi ‘zihin’ ile bilinebilir, der. Sonuçta o, zıt gibi duran bu iki yaklaşımı kritisizm ekolü altında uzlaştırır. İşte bu uzlaşı nedeniyle o, bilim felsefesinde yeni bir ekolün öncüsüdür.
Zihin ile Temellendirmek
Zihin; insanın algılama ve anlama gücünün merkezidir. İnsan zihninde ise iki türlü kavrama yetisi vardır. Bunlara Kant, ‘yanyanalık ve ardışıklık’ diyor. Yanyanalık; uzay ile bilinebilen bir dış görüdür. Ardışıklık ise; zaman ile bilinebilen bir iç görüdür. Bu kısma o, aşkınsal estetik der.
Bu tanımlamaya göre, mesela, geometri ve coğrafya bilimleri dış görüdür. Oysa aritmetik ve tarih bilimleri birer iç görüdür.
Zihnin anlaması mantık ile olur. Zira mantık aklın grameridir. Mantığın konusu, parça-bütün ilişkilerini anlamaya çalışmaktır. Mantığı mümkün kılan şey de insanın özel bir kapasitesidir. O kapasite ise, varlıkları bir bütün olarak soyut düşünebilmektir. Kant bu özelliği keşfeder fakat insanın bu özel kapasitesinin kaynağını düşünmüş olsa bile, onu henüz tam olarak açıklamaz.
Deneyim Öncesi ve Deneyim Sonrası
İnsanın deneyimleri ile ulaşabileceği ve ulaşamayacağı ‘var olan varlığın bilgisi’ vardır. Bu sınırı genelde felsefe, özelde ontoloji inceler. Ayrıca insanın deneyimleri ile ulaşabileceği ve ulaşamayacağı ‘bilimsel bilginin bilgisi’ vardır. Bunun sınırını da epistemoloji tartışır.
“Bugün sahip olduğumuz bilginin, tecrübe ile başladığına şüphe yoktur.” diyen Kant, bilgiyi, deneyim öncesi ve deneyim sonrası şeklinde ikiye ayırır. O kaynağını tam açıklamasa dahi, zihinde apaçık zorunlu olarak hep var olan deneyim öncesi bilgilere ‘apriori’ önermeler adını verir. Oysa isimlendirme, pratiğin teorik ifadesidir. Ardından da deneyim sonrası bilgilere ‘aposteriori’ ismini koyar.
Teorik aklın bilmesine zemin olan kavram ve kategoriler vardır. Bunlar fizik yapmayı mümkün kılan ama tecrübeden de gelmeyen zorunlu unsurlardır. Apriori bilgi ise tecrübe edilebilen zorunlu bilgidir. Mesela ‘Tüm değişimlerin bir nedeni vardır.’ önermesi zorunludur ama aynı zamanda deneyimlenen apriori bir bilgidir.
Esasında, onun “Bilgi deneyden başlar ama deneyden doğmaz.” düşüncesindeki ‘apriori’ bilgileri, Platon’un, ‘değişenlere’ nispetle ‘değişmeyenler’ olarak tarif ettiği ‘idealar’ dünyasına benzemektedir. Ayrıca onda, ‘apriori’ bilgilerin varlığı kesin, mutlak ve koşulsuzdur. Onlara ulaşılmaz, vardırlar ve ‘kendinde olan’ şeylerdir. Ama o, bunların bilgilerinin kaynağı konusunda, açık seçik net bir cevap vermez, adeta kabul eder ve bir açıklama getirmez. Tıpkı, Aristoteles’in kesin, zorunlu bilgi dediği ‘apodiktik’ önermeleri gibi.
Genişleyen veya Genişlemeyen Bilgi
Önerme dediğimiz bir yargı cümlesinde özne, yüklem ve bağlaç bulunur. Yüklemdeki anlam zaten öznede zorunlu varsa bu ‘analitik’ bir önermedir. Ama yüklemdeki anlam, öznede zorunlu yoksa bu ‘sentetik’ bir önerme olur. Mesela, kare dörtgendir cümlesi, analitiktir yani açıklayıcıdır, dolayısıyla bilgi genişlemez. Fakat elma kırmızıdır cümlesi ise, sentetiktir.
Analitik cümleler, zorunlu ve kesin doğru bilgilerdir. Bunlar mantıksal açıdan totolojik önermelerdir. Olumsuzları çelişki oluşturur. Kare dörtgen değildir cümlesi, çelişkilidir.
Ancak sentetik cümleler, doğru veya yanlış bilgi olabilir. Bunların olumsuzları çelişki oluşturmaz. Yani, elma kırmızı değildir cümlesi hem doğrulanabilir hem de yanlışlanabilir.
Bu tanımlamalardan hareketle Kant önermeleri 4 türlü inceler. Bunlar sırasıyla; analitik apriori, analitik aposteriori, sentetik apriori ve sentetik aposteriori cümlelerdir.
Kant bunlardan üç tanesi ile ilgilenmez. Çünkü onlar ya deneyden gelmezler ya da zihinde zorunlu değillerdir. Bu üç önermede mevcut bilgi genişlemez der, Kant. Bu nedenle, onun esas odaklandığı önermeler, ‘sentetik apriori’ olan cümlelerdir. Zira bunlar hem deneyden gelen hem de zihinde zorunlu olan önermelerdir. Aynı zamanda genişleyen bilgi içerirler. Mesela, iki nokta arasındaki en kısa çizgi bir doğrudur, önermesi buna bir misaldir. Bu sonuç, Kant’ın bilim felsefesinde ulaştığı en kritik unsurlardan biridir.
O ayrıca metafizik önermelerin, matematik ve fizik gibi sentetik apriori önermeler içermediğini savunur. Örneğin, “Evren nasıl başladı?” sorusunun cevabı tecrübeden gelemez. Farkındalık ve duyarlılık ile bilinen apriori bilgiler sayesinde, fizik ve matematik bilgisine ulaşılır ama metafizik böyle bir alan değildir, der. İşte o burada, akla bir sınır çizmektedir. Oysa farkındalık ve duyarlılık kavramlarının kendilerinin fiziksel bir unsur olmadığını, Kant bilmiyor olamaz ki!
Uzay ve Zaman Açıklaması
“Zaman sessiz bir testeredir.” diyen Kant’ın, uzay ve zaman konusundaki açıklamalarına bakıldığında fikirlerinin değişken olduğu görülür. Bunları tanımlarken, önceleri, birbirinden bağımsız ve mutlak iki formdur, der. Sonradan ise, bunların birbirleriyle bağımlı olduklarını savunur. Hatta aralarındaki bu bağımlılığın bir dönem uyumlu, ileri bir dönemde ise uyumsuz/keyfi olduğunu düşünür.
Kant, son dönemlerinde, Leibniz’in ‘birbirine bağımlı olan uzay ve zaman’ fikrinden daha ziyade; Newton’un, bunlar birbirinden ‘mutlak bağımsızdır’ şeklindeki yaklaşımını benimser. Ama Kant düşüncesinde bir nüans vardır; o da bunlar, ne Newton’un da dediği gibi mutlak vardır, ne de mutlak yoktur; sadece insan zihninin zorunlu birer formlarıdır.
Temel yaklaşımı, ‘uzay ve zaman’ olmadan deneyimler yapılamaz ama bunlar deneyimlerin bir sonucu da değildir. Kant’a göre uzay ve zaman, öznenin bilincine ve zihnin formları şekline, indirgenmiştir. Bunları o aşkınsal analitik kısmında, matematiği mümkün kılan unsurlar olarak anlatır.
Mesela aritmetik ve geometri, zorunlu ve tecrübeden gelmeyen zorunlu bilgiler içerir. Aritmetik, apriori bilgiler ile zamana bağlı olarak bilinir. Geometri de apriori bilgiler ile uzaya bağlı olarak bilinir.
Uzay ve zaman formlarına tabi olanlar, değişkendir ve bilginin konusudur. Ama uzay ve zaman formlarına tabi olmayanlar, insan bilgisinin konusu olamaz. Çünkü insan, nedensellik ilkesi, uzay ve zaman formları, zorunlu apriori bilgiler ve zihnin kategorileri olmadan bilemez, der. Kısaca, nedensellik, uzay ve zaman yoksa tecrübe de olamaz. Tecrübe yoksa bilgiye de ulaşılamaz. Bu sınırların ötesi, metafizik bilginin konusudur.
Bilgiye ulaşılamaması, yokluğundan değil, insan aklının kapasitesinin sınırlılığındandır. Mutlak olarak, bir ‘dış görü’ olan uzay ve bir ‘iç görü’ olan zamanın kendileri tecrübe edilemez ancak onlar ile bazı tecrübeler, bilgiler elde edilebilir, fikrini savunur o, Saf Aklın Eleştirisi’nde.
Uzay ve zaman tanımında Immanuel Kant, Isaac Newton’dan ziyade Albert Einstein’ın ulaştığı fikre daha yakın durur. Aralarındaki belirgin olan fark ise insandaki zaman algısının değişken olup olmamasıdır.
Kant’ta Nedensellik İlkesi
Var olan her sonucun bir sebebi vardır, klasik mantığın temel bir ilkesidir. David Hume göre, deneyimlerden sonuçlar çıkar. Bu sonuçlar tekrarlanınca, sanki arada bir bağ var sanılır. Hâlbuki bu sadece bir tecrübedir. Tecrübeler de alışkanlık yapar. Geleceği, tecrübe etmeden, geçmişteki bu alışkanlıklarla biliriz der, Hume. Mesela, su ısınınca kaynar. Su ve kaynamak görülür ama ısınmak görülemez. O, görülmeyen bu nedenselliği, aklın bir tecrübesi veya alışkanlığı kabul eder.
Oysaki Kant, burada Hume’dan ayrılır, onunla birebir aynı düşüncede değildir. O, nedensellik için, algılanamaz ama anlaşılabilir, der. Nedensellikler görülmeyebilir ama düşünülebilir diyerek, Hume’un fikrine katılmaz. Dolayısıyla, anlama yetisini kapsayan nedensellik, Kant’ın zorunlu zihnin kategorisi içinde yer alır.
Kant’ın Zihin Kategorileri
Aristoteles, varlıkları, Organon adlı eserinde anlatıldığı üzere kategorilere ayırır. Bunların bir tanesi cevher, diğer dokuzu ise cevhere yüklenen arazlardır. Bu arazlar; nicelik, nitelik, nispet, zaman, uzay, etki, edilgi, pozisyon ve durumdur. Bunlar, ona göre aynı zamanda zihnin veya dilin de kategorileri olabilir. Zira bu konuda net bir açıklaması yoktur. Ayrıca onda, ‘mutlak bir, mutlak var, mutlak doğru ve mutlak iyi’ kategori üstüdür ve ayrıcalıklı metafizik unsurlardır.
Platon ise varlıkları, düşünülür olanlar ve görünür olanlar şeklinde kategorize eder. Düşünülür olanları da ikiye ayırır. Birincisi, var olan, varlığı aşkın olan, ‘idealar’ adını verdiği metafizik varlıklardır. Onun bilme yolculuğu idealardan intibalara doğrudur. Ruh, Evren ve Tanrı bunlardandır. Uzay ve zamandan bağımsızdırlar. İkincisi de insan zihnindeki mantıksal ve matematiksel doğru ve zorunlu olan bilgilerdir, der.
Kant, ideaların bilgisini, tecrübeden gelen bilgiye tercih ettiği için Platon’u eleştirir. “Hafif güvercin, özgür uçuşunda, direncini duyamadığı havayı yararken, bunu, havasız bir uzayda daha iyi başarabileceğini hayal etmiş olabilir.” derken bu konuya ince bir atıf, bir gönderme yapar.
Platon, mutlak bilgi için, ‘idealar’ dediği aşkın olana bakarken, Kant bunun yönünü Saf Aklın Eleştirisi kitabında, ’transandantal analitik’ dediği bizzat teorik aklın kendi özel bir alanına çevirir. Transandantal ilkeler ve kategoriler sayesinde tecrübe ancak mümkün olabilir der. Zaten Einstein da, kuvvet alanları olmadan uzay ve zaman olamaz, diyerek bu görüşü adeta onaylar.
Kant, ortak yönleri olsa da Aristoteles’den farklı bir ‘zihnin kategorileri’ haritası çizer. Bu kategoriler, yukarıda ifade edildiği gibi Aristoteles’de 10 adet iken, Kant’da 12 tanedir ama temelde 4 başlıkta toplanabilir. Bunlar; nicelik, nitelik, bağıntı (nispet) ve kiplik (modalite) olarak adlandırılır. En bariz farkları ise Kant’ın, varlığın esası olan cevheri metafizik kabul ederek, kendi kategorilerine açıktan dâhil etmemesidir.
Kant, nesneleri kavramak için, yukarıdaki 4 kategoriden bahseder. Bunları da 3 ayrı alt başlıklara böler. Sadeleştirerek ifade edelim: Nicelik; bir, çok ve bütün şeklindedir. Tekil, tikel, tümel olarak kabul edebilir. Nitelik; olumluluk, olumsuzluk ve sınırlama şeklindedir. Bağıntı; nedensellik, etki-edilgi ve kendilik-araz şeklindedir. Varsayımsal, Ayırıcı, Koşulsuz şeklinde de isimlendirilir. Buradaki ‘kendilik’ kavramının esasında bir metafizik kabul olduğunu ifade edilebilir. Kiplik; var-yok, zorunlu-mümkün ve imkânsız-ihtimal şeklindedir. Mutlak, İddialı, Muhtemel şeklinde de isimlendirilir. Esasında buradaki birinci kısım tavırlar yani var/zorunlu/imkânsız kipleri, fiziğin bittiği metafizik sınırlardır.
İşte bunlar Kant’ın, ‘saf aklın’ içine dahil ettiği teorik aklın zorunlu kategorilerdir. ‘Nedensellik’ ilkesi de bağıntı kategorisinin içindedir. Malum kategoriler, özneye zorunlu olarak yüklenen şeyler demektir. Ancak ilginç olan, Kant’a göre, bu zorunluluk, kesin varlık-yokluk anlamında değil zihinsel bağlamdadır. Fakat zihin burada adeta mimardır yoksa kesinlikle var eden manasında değildir.
Ayrıca o, ‘uzay ve zaman’ formlarının, zihnin nesneleri bilebilmesindeki filtre rolüne dikkat çeker. Böylece Kant’a göre, uzay ve zaman, bilgiye uzanan zihnin kategorilerine dolayısıyla girmiş olur. Onun bu görüşlerine itirazlar olsa da bütün bunları ‘varlığın kategorileri’ olarak asla düşünmez.
Nesneleri bilmeyi sağlayan, nicelik kategorisindeki, birlik-çokluk-bütünlük ve parça-bütün ilişkisini kavrayan mantık, Kant’a göre, insan bilincinin zorunlu apriori ilkesidir. Zaten kategoriler, nesneleri bilmek için, özne olan bilince yüklenen şeylerdir.
Transandantal İlkeler
Saf akıl ve onun ilgili kategorileri sayesinde insan zihni, ‘fenomenler’ bilinebilir ama ’numenler’ bilinemez der. Böylesi bir ayrıma, Kant felsefesindeki ‘antinomiler’ adını koyanlar da olmuştur. Ona göre numenler, saf aklı aşkın metafizik temel ilkelerdir. Bunlar üç tanedir; psikolojik ilke, kozmolojik ilke ve teolojik ilke. (Tanrıyı, Evreni ve Ruhu kastetmektedir.) Yani kendileri bilinemez, bilmenin konusu olamazlar ama ‘varlık ve bilgi’ bunlar ile bilinir ve temellendirilir. Zaten varlıkları apaçıktır. Var olana vardır demek totolojik bir önerme olur, düşüncesindedir.
O, fizik ile metafizik alanı bu şekilde ayrıştırır ve ikisinin arasına bir sınır koyar. Bu sınır belirleme neticesinde ise metafizik konularda o, bazılarının lehte, bazıların da aleyhte yorumlar yapabilmesine kapı aralar. Metafiziği toptan ‘kabul veya ret’ eden bu iki yaklaşıma, alternatif yeni bir orta yol sunmaya çalışır. Bu üçüncü yeni yol, fiziğin metotları ile metafiziğin bilinemeyeceği gerçeğidir. Yoksa metafiziğin kesinlikle yok sayılması değildir. O bu yeni yola, Aristoteles’in transandant kavramına atıf yaparak, aşkın bilgiyi çağrıştıran, ’transandantal’ felsefe adını verir ve aşkınsal diyalektik bölümünde buna yer verir.
Aşkın felsefede merkez, metafizik unsurlar iken, transandantal felsefede, merkez insandır, insan beni veya insan öz bilincidir. Metafizik unsurlar, düşünebilen özel kapasiteli bilincin formlarıdır fakat bilginin nesnesi olamazlar, der. Oysa buradaki aklın bilme kapasitesi, hakikat değil izafidir, gerçek değil teoriktir.
Transandantal bilgi, insan tecrübesinden gelmez ama o bilgiyi de yok saymaz. Dahası insan bilgisini mümkün kılan hususlardır. Oysa aşkının bilgisine ulaşmak mümkün değildir. Fakat bu mümkün olamama durumu, metafizik bilginin yokluğu demek değil, aksine teorik aklın sınırını aşmasından dolayıdır.
İşte Kant, böylesi bir felsefe ile metafizik konulara, yani ‘Evren, Ruh, İyi, Tanrı’ bilgisine, saf aklın bilgisiyle ulaşılamayan transandantal ilkeler diyerek, sanki alan açmak ister. Adeta bu kitabında o, kendi ifadesiyle, ‘pratik aklın’ sınırlarını genişletmek ve genleştirmek için, ’teorik aklın’ sahasını daraltır. Teorikle bilinmeyen ahlaki anlamda iyi, ancak pratikle bilinebilir, şeklindeki olumlu sonucunu, ileriki yıllarda zaten çıkartır. Böylelikle akıllı insanın ‘özgürlüğüne ve iradesine’ alan açar. Fakat ideolojik yaklaşımlar ve bazı zorlama yorumlar ile daha sonraları bu alan, kimilerince tamamen sıfırlanmak istenmiştir.
Kant, “İnanca yer açabilmek için, bilmeyi bir yana çıkarmak (auswerfen) durumunda kaldım.” derken de inancı, insan bilgisini aşması manasında kullanılır. Bu cümledeki çıkarmak ya da atmak şeklinde tercüme edilen kelimeyi, kimileri maalesef bir hata olarak onun metafiziği yok saydığı şeklinde anlar veya yorumlar.
Ayrıca o, özgürlük ve irade çıkarımıyla, sorumluluğun ve ahlak yasasının zeminini oluşturur.
Ahlak Felsefesi
Kant, bilim felsefesi bağlamında, neler bilinebilir ve nasıl bilenebilir sorularına, Saf Aklın Eleştirisi eserinde cevap verir. Ardından da ‘Neler yapmalıyım? ve Neler yapmamalıyım?’ sorularına cevap bulmaya çalışır. 1788 tarihinde 64 yaşındayken yayınlanan Pratik Aklın Eleştirisi kitabının ana konusu, yeni bir ahlak felsefesi ortaya koymaktır. Esasında yapmak istediği şey, gerek öncesinde gerekse sonrasında olsun, geliştirdiği bu ahlak kuramını temellendirme çabasıdır.
Mesela 1755 yılında 100 bin insanın vefatıyla sonuçlanan Lizbon depreminin sebepleriyle ilgili, genç Kant, konu üzerine makaleler yazar. Burada, zihinsel değil ama pratik hayatta, zorunlu olarak uyulması gereken fiziksel yasaların, önemine sık sık vurgular yapar ve kamuoyunun dikkatini çeker.
Onun en son çalışmaları ise, dünya yurttaşlığı ideali ve dünya barışı adına, evrensel ahlak yasasını temellendirme şeklinde devam eder.
Metafizik Olmadan Kılavuz Yasa Mümkün Mü?
Fiziksel evrende, nedensellik ilkesinin gereği olarak, zorunlu yasalar vardır. Ve bu yasalar; tecrübe, akıl ve duyu gibi bazı verilerin yardımıyla bilimsel yöntemlerle de keşfedilir ve böylece bilgi genişler.
Nasıl ki bilimin, doğru-yanlış şeklinde ilerleyen bu tespitlerine karşılık, aynı şekilde özgür olan insanların ahlak yasalarını ‘iyi-kötü’ olarak belirleyen, temel bazı kriterin bulunabilmesi, Kant düşüncesinin merkez noktasıdır. Fakat bu ana ilkeler, kural değil bir kılavuz olmalıdır. Öyle ki, bu evrensel yasalar, mekân ve zaman üstü geçerliliğini de korumalıdır. Kant, başlangıçta bu çalışmayı yaparken, metafizik unsurları, en baştan adeta yok sayarak veya kendi bir ön kabulü olarak eler ve öyle çalışır. Oysa vardığı sonuç bambaşka bir noktadır.
İnsan için özgürlük varsa, davranışlarında seçmek de vardır. Seçmek beraberinde sorumluluğu gerektirir. Sorumluluklar yasalar ile bilinir. Yasa ise iyiyi ve kötüyü tanımlayan bir ahlak ilkesinden doğar. Zaten kötü opsiyonu yoksa ahlaktan bahsedilemez. İşte Kant, bu temel ahlak ilkesini, bütün kutsallardan ve metafizik unsurlardan bağımsız olsun, peşin kabulü ile bulmak arzusundadır. Bu arzusunun sebebi onun vicdanında saklıdır. Tıpkı bugün bilim insanlarının, fiziksel anlamdaki o ilkeyi, ‘her şeyin teorisini’ veya ’m teorisini’ aradığı gibi. Her insanın, davranışlarını iyi mi, kötü mü diye sınayabileceği bir kılavuz arar.
Ahlak Yasası Aranıyor
Kant’ın bu önyargı ile yola çıkmasında çağdaşı Hume’un etkisi yadsınamaz. Zira Hume, fiziksel yasalardaki, zorunlu nedensellik ilkesini bile, indirgemeci bir yorumla, insanların tecrübeleri ve alışkanlıkları olarak savunur. Burada Hume, fiziksel kaygılardan dolayı görülmeyen nedenselliği adeta elerken, metafizik bir açıklama yaparak, ‘alışkanlıklar’ demesi ilginçtir. Fakat başlangıçta Kant, Hume’un bu yaklaşımının etkisinde bir ahlak yasası arayışında bulunmuş olabilir. Çünkü Saf Aklın Eleştirisi aynı zamanda, Pratik Aklın Eleştirisi kitabına bir dayanaktır.
Kant’a göre, insanların evrensel ortak değeri akıldır. Nasıl ki, ortak yaşanılan şu dünyadan fiziksel yasalara ulaşılıyorsa pekâlâ, bu ortak akıl ile de ‘sentetik apriori’ bilgi olarak, ahlak yasasının ilkesi bulunabilir, fikrini savunur. Bu kılavuz yasa ile tıpkı asimptotlar gibi insan ‘iyi’ olan eksene doğru varamasa dahi adeta çabalar ve yaklaşır, der. Zira ona göre, eylemsizlik ahlaksızlıktır ve kötüdür.
Bu yasa zorunlu olacak ama bu zorunlulukta muhatap tek tek ‘özgür’ insanlardır. Bu yasa, evrensel olacak ama muhatap tek tek ‘öznel’ insanlardır. Bu anlamda kılavuz ahlak yasasının, ‘özgürlük-zorunluluk’ ve ‘öznel-evrensel’ antinomilerini aşması gerekir. Kant, insanın bir taraftan birey kalmak isterken, diğer taraftan sosyalleşmek istediğinin bilinciyle, bir yandan yasa arar, bir yandan da bu yasaya temel bulmaya çalışır. Çünkü yaptırımı olmayan yasaların temeli çürüktür, pratikte uygulanamaz.
Özgürlük İlkesi
Özgürlük, fiziki evrendeki nedensellik ile zıttır. Fizikte zorunlu nedensellikler bilinebilir. Peki, metafizikte nasıl bilinebilir bu yasalar? Çünkü insanın, fiziği, kimyası ve biyolojisi, nedensellik açısından pratikte özgür değildir. Fakat insan, metafizik yönden özgürdür, isteyen ve seçebilen bir bilinci vardır.
Öyleyse özgür insan, transandantal ilkelere referans vermemek koşuluyla, ahlak yasasını, nasıl, nereye kadar bulabilir ve bulduğunu temellendirebilir? Cevabı ilginçtir. Zira o, kendisi koşul koysa da yasanın ‘koşulsuz’ olmasını savunur. Yani koşulu, koşulsuz olmasıdır. Burası bana göre, henüz açıklanmayan ve Kant’ın izah etmesi gereken bir paradoks ve bir antinomidir.
‘Evren, Ruh ve Tanrı’ bilgisi, bilim felsefesinde transandantal ilkelerdendir. Konu ahlak felsefesi olunca, kendinde olan (ding an sich) bu şeyler, yerini ‘Özgürlük, Ölümsüzlük ve Tanrı’ idealarına bırakır. Çünkü genel ahlak yasasının herkesi bağlayıcı olmasının koşulu bunlardır. Sınırsıza yolculuk sınırsızdır düşüncesi de buradan çıkar.
Kendinde olan şeylerin bilgisine, saf aklın zorunlu ilkeleri ve kategorileri ile ispatlanmasına kalkışmamalı, buradan tek bir sonuç çıkmaz der. Zira buradaki bilimsel ispatlarda, antimon yani çelişkiler oluştuğunu gösterir. Oysa çelişmezlik, aklın ve mantığın en temel ilkesidir. O, teorik akılla yapılan Tanrı ispatlarında da bundan farklı düşünmez.
Ona göre, pratik aklı kullanmak ancak ‘özgürlük’ ile sağlanır. Bu özgürlük, hem en temel ilkedir hem de insan eğitiminin en nihai hedefidir. Diğer değerler, bu ilke ile bilinebilir der. Öyleyse, fiziksel yasalarla izahı olmayan ve kaynağı da açıklanmayan bu ‘özgürlük’ apriori bir ilke olarak kabul edilmelidir. Fakat burada ’evrensel ahlak yasası’ arayabilmek için ‘özgür olmak gerektiği koşulu’ karşımıza çıkıyor. Bu çelişkiyi fark eden Kant, ‘özgürlük ve yasa’ birbirini gerektiren ‘apodiktik’ zorunlu sonuçlardır diyerek, tatmin edici bir açıklama yerine, sadece bir totoloji bir tanımlama ile işin içinden çıkar.
Dahası, ona göre ‘istemek’ özgürlüğün ilkesidir. Yani, istemek özgürlüğün koşuludur. Şimdi ise istemek, tıpkı ‘mekanik nedensellik’ gibi ‘iradi nedensellik’ şeklinde, apriori bir unsur oldu. Peki, bu metafizik unsurun kaynağı nedir?
Ardında da insan neyi, niçin isteyecek gibi soruların cevabı adına Kant, artık temel ahlak ilkelerini belirler ve sıralar.
Temel Ahlak İlkeleri
İyi ve kötü davranışın ilkeleri, koşulları nelerdir? Pratik akıl, bu ahlak yasalarını nasıl belirler? Belirlese dahi bunlar, nasıl temellendirilir? Kant bu soruları, her zamanda her mekânda geçerli olması gereken, şu 3 temel kılavuz ilke ile cevaplamaya çalışır.
“Öyle davran ki davranışın temelindeki ilke, tüm insanlar için geçerli olan evrensel ilke veya yasa olsun. İnsanlığı, kendinde ve başkalarında, bir araç olarak değil de her zaman bir amaç olarak görecek şekilde davran! Öyle davran ki iraden, kendisini herkes için geçerli olan kurallar koyan bir yasa koyucu olarak hissetsin!”
Onun bu düşüncesi kısaca, evrensel olsun, araç değil amaç olsun ve özerklik de korunsun şeklinde özetlenebilir. Bu yasalar, yaşanması imkânsız bir hayatı önermez. Dikkat edilirse hem dozu ayarsız bir coşku hem de yüceltme ve duygusallık yoktur, bu yasalarda.
“Ne kadar sık ve uzun düşündüysem, şu iki şey hep yeni ve artan bir hayranlık ve huşuyla doldurdu ruhumu: Üstümdeki yıldızlı gökyüzü ve içimdeki ahlak yasası. Yukarıda ve içimde bir Tanrı olduğunun kanıtı bunlar.” cümleleri onun hayatının özeti ve nihai meyvesi gibidir.
Ona göre yobazlık, amacı atlayıp araç olan davranışı yüceltmek ve pratikten yoksun teorik iyiler, şeklinde karşılık bulur. Oysa amaç-araç ilişkisi tamamen metafizik kavramlardır. Hem öznel amaçlar, nispet (bağıntı) kategorisindeki, mekanik değil ama iradi nedensellikle alakalı olup, nicelik ve nitelik altındaki ortak birim ya da benzerlikleri gerektirmez. Amaç ve biçim metafizik, madde ve fail ise fizik kabul edilerek bilimde yol alındığı malumdur.
Peki, ahlak yasaları bir davranışın ‘Nasıl olsun?’ cevabını vermesi, aynı zamanda ‘Niçin böyle olsun?’ sorusunu temellendirilebilir mi? Bence hayır!
Ödev ve Görev Ahlakı
İsteme istidadındaki insanın, vardığı nihai temel ahlak ilkesinde, ona göre, yasanın bir ‘koşulu’ olmamalıdır. Yani insanlar herhangi bir eylemi, ‘ödül veya ceza’ için yapmamalıdır. Özgürlüğün pozitif olanı koşulsuzdur, negatif olanı ise koşulludur. A’yı istediği için B’yi yapan insan özgür olamaz. Deneyimden önce yasaların, apriori olarak kesin şekilde ‘iyi veya kötü’ oldukları bellidir. ‘Ödev ahlakı’ adını verdiği bu ilkede, iyi veya kötü davranış derken, çıkarlar ve menfaatler dikkate alınmaz. Çıkarcılık ve faydacılık, mistisizmden daha tehlikelidir. Bilim felsefesindeki ilkeleri zor ve herkes anlayamazken, etik konusundaki düsturları kolay ve herkes anlayabilir.
Ama ana sorun, farklı zaman ve mekândaki bütün insanların onayı, pratikte mümkün olmayacağından, burada gerçekte çoğunluk kastedilir. Azınlıklar da haliyle, bu yasalara uymak durumunda kalırlar. Bu da evrenselliğe aykırıdır.
Aklın, iki farklı yüzü, iki farklı kullanım alanı vardır, ona göre. Bunlar, aklın ‘özgün ve kamusal’ alanlarıdır. Özgün akıl, mevcut yasalara ‘görevi gereği’ uymalı ama kamusal akıl, mevcut yasaların kusurlarını ‘ödevi gereği’ eleştirmelidir. Burada, ‘kısıtlı’ olan görev ahlakı ile ‘kısıtsız’ olan ödev ahlakı arasındaki zıtlığı, uzlaştırmaya ve dengelemeye çalışır.
Görevini yapan insanın ödevi, yaptığı görevin yanlışlarını eleştirmektir. Bu, Kant’ın ödev-görev dengesidir. Görev uğruna ödevini ihmal etmemelisin demektedir.
Ödev, bir şeyi mutlu olmak için dahi olsa istememektir. O şeyi, bizzat kendisi iyi olduğundan çıkarsız istemektir. Dolayısıyla mutluluk, kendisi iyi olduğundan istenir. Mutlu olmak araç ise istenmez fakat amaç ise istenebilir. Peki, bir şeyin araç mı, amaç mı olduğunun bilgisi nerededir, kimdedir? Kant’a bu soruyu sorma hakkımız var elbette. İzahı ise ilginçtir: İki şeyin zıt olması durumunda ya A, ya B, ya da belirsizlik seçenekleri vardır. A’yı seçtikten sonra, B’yi seçmemenin ıstırabını duymaktan başka çaremiz yoktur, der.
Ömrünün sonlarına doğru yazdığı bir makalesinin konusu, evrensel barış ve dünya vatandaşlığı üzerinedir. 1795’te yayımlanan Ebedi Barış Üzerine Felsefi Bir Deneme eserinde, devletlerin, geçici ve sadece bir savaşı sonlandıran ‘barış antlaşması’ yerine, kalıcı ve bütün savaşları bitiren ‘barış ittifakı’ kurmalarını önerir. Bu da onun devletlere, devleti yönetenlere sunduğu ödev ahlakıdır. Fakat bugün, uluslararası hukukta, teorikte iyi olan bu ve benzeri makul önerilerinin, pratikte maalesef sadece bir ütopya olarak kaldığı görülmektedir. Zira toplumların ahlakı, tek tek bireylerin ödev ahlakının bir sonucudur.
Saygı Kavramına Özel Anlam
Kant, ödev ahlakının, bağlayıcı ve zorunlu olduğunu söyler. Çünkü o ödevi, yasaya yapılan saygıdan dolayı yapılan eylemin zorunluluğu, diye tanımlar. Şimdi ise, ‘saygı’ kavramını evrensel ve apriori olarak savunur. Fakat, başkalarına saygı duyarsan, saygıyı hak edersin koşuluyla…
Bu durumu açıklamak için, saygıya çok özel bir anlam ve konum yükler. Saygı ilkesini, sevmek, hoşlanmak, incinmek ve üzülmek gibi duygulardan daha ‘yüce’ ve üst bir konuma taşır ya da taşımak zorunda kalır. Çünkü ödev ahlakını temellendirmesi lazımdır. Ama Kant’ın bu öznel tespitini, niçin nesnel kabul edelim ki? Yüce ve saygı, fiziksel ölçülebilir bir kriter midir? Elbette hayır. Saygı, esasında metafizik bir kavramdır. Saygı ile ‘fıtrat’ arasında bir bağ vardır.
Bir Adada Bir İnsan
Kant kurduğu ve savunduğu bu ahlak felsefesi, farz edelim ki, bir adada bir insan tek başına yaşasa, acaba geçerli olabilir miydi? Çünkü ikinci bir insan yok ortada. Yani öteki insan yoksa Kant’ın ahlak yasası çalışır mı?
Peki, çalışmaz ise, ahlakın kendisinin, tamamen geçersizliği anlamına gelir mi? Hayır! Çünkü böyle bir adada insanın ‘kendine’ nasıl bir yasa uygulaması gerektiği de belli olmalıdır? Yani bilinç, değişmeyen ben, değişen ben’e nasıl davranması gerektiği sorusuna cevap bekler. Dahası, bitki, hayvan ve çevreye karşı da bir ahlak yasası ihtiyaç değil mi?
Bir insan, adaya çocukken bırakılsa, hiçbir insanla temas da kurmasa, yaşamını ve neslini devam ettirebilir mi? Hayır! Bu durumda kalıcı bir ahlaktan söz edilemez. Öyleyse mantık ilkeleri ile sadece teorik bir karşılığı olabilen yanlış bir öncül önermeden, pratik hayata dair, karşılığı olan, temel ve zorunlu doğru bir çıkarım asla yapılamaz.
Ayrıca bir insan, insanlar tarafından büyütülse ve daha sonra bir adaya tek olarak bırakılsa, zaten bu kişinin herhangi bir ahlaktan haberi var demektir. Dolayısıyla, ahlaktan habersiz adada bir tek insan modellemesinden hareketle, pratik hayata dair tam doğru bir sonuç elde edilemez. Böyle bir cümle kendi içinde sorunludur. Hatta böyle bir teorik sorundan veya sorudan ötürü, genel ahlak yasasının toplumlarda geçerli olamayacağı tezini iddia etmek tutarsızdır. Dahası, teorik doğru bir önermeden, en fazla teorik bir doğru çıkarım yapılabilir.
Bilinç ve Öz Bilinç Yaklaşımı
Mantığın özdeşlik ilkesi gereği, benim, kendimle aynı olmam zorunludur ve değişmemelidir. Oysa biyolojik, kimyasal ve fiziksel ben, uzay ve zamanda sürekli değişiyor. Peki, değişen ben ile değişmeyen ben arasındaki ayrımı nasıl yaparız? İşte bunun adı, kendimdir ya da öz bilincimdir. Öz bilinç olmadan bilgiye ulaşılamaz. Her ben, özneldir ve özerktir. O yüzden, bu öznel ve özerk olan öz bilicin veya benin, ahlaki ve hukuki sorumluluğu olmalıdır, diyecektir. Pratik Aklın Eleştirisi’nde, ahlak yasasını kurarken, zaten onu bu öz bilinç üzerine temellendirir. Adeta cevherin yerine koyduğu bu öz bilinç, özgür ve özdeş olduğundan ahlaki davranışlarından sorumludur. Öz bilinç, bilincin mantıksal zeminidir. Bilinçler, uzay ve zaman vasıtasıyla temsil edilebilir, yoksa uzay ve zaman, bilinçler aracılığı ile temsil edilmez. Ayrıca öz bilinç, zamana bağlı olmadığından ve irade, mekanik nedenselliğin dışında kaldığından, insanın ahlakta özgür nedenselliğine kapı açar.
Öz bilinç veyahut ben; kalıcı, değişmeyen, aşkın, sabit, kendinde olan şey ve kendilik demektir. İşte bu kendilik (apperzeption), öz bilinç, özgürlük ve ölümsüzlük ilkeleri olmadan, gerçek bir ahlaktan ve hukuktan bahsedilemez. Burada, cevherin yerine örtük olarak ‘kendilik’ metafizik kavramının Kant tarafından ustaca kullanıldığı apaçıktır.
Ne hakla, uzayda ve zamanda değişen insana ceza veriyorsunuz, sorusunun cevabı, onda değişmeyen uzay ve zaman üstü öz bilinçtir, şuur belleğidir. Bu öz bilincin kaynağını, ‘soyut ben mekânını’ Kant açıklamaz, sadece ‘zorunludur’ der o kadar. Hâlbuki ben değişirim ama benim bilincim değişmiyor ifadesi, açıklama değil tanımlamadır. Bu tanımlama, belki nasıl sorusunun izahı olabilir ama niçin sorusunun izahı olamaz. Öz bilinç veya ben; yanlış konumlandırılarak, sanki Kant tarafından, Tanrı’nın yerine konulmuş gibi, hatalı yorumlar yapan iddialı insanlar da vardır.
Görüldüğü üzere, ona göre, bütün var olanlar veya var zannedilenler, esasında insan zihninin bir kapasitesidir. Bu kapasite ise, insan bilincinde temsili ve zorunlu olarak vardır. Kant’ın bu ifadeleri, açıklama değil isimlendirmedir. Dahası bu kapasite nasıl var oldu sorusunun cevabı değil aksine aranan izahın elbette ertelenmesidir. Kısaca o, bu kriterlerle akla bir sınır çizmektedir. Oysa bu durum bir öteleme, anlık bir kurtuluş veya bilimsel bir firardır.
Kant’ın Tanrı Tasavvuru
Erdem ve mutluluk, zorunlu olmasalar da aralarında sentetik bir ilişki vardır. Bu bağlantıdan ötürü, ahlaki iyi olan davranışlar bilinir. Ahlak varsa, onu temellendirmek için, rasyonel insanlar, ancak pratik akıl ile ‘Özgürlük, Ölümsüzlük ve Tanrı’ ilkelerini kabul etmeli sonucuna varır. Fakat teorik akıl ile bu neticeye varılamaz, der.
Saf Aklın Eleştirisi kitabında teorik akla metafizik bir sınır çizen Kant, konu ahlak olunca Pratik Aklın Eleştirisi eserinde Platon çizgisine adeta geri döner ve “Sonuç olarak, en yüksek üretilmişliğinin (yaratılmışlığının) en iyi dünyasının olanağının postulası, en yüksek asli bireyinin gerçekliğinin, yani Tanrı’nın varlığının postulasıdır. Bunu düşünmeksizin biz, bu ahlak tecrübesini düşünemeyiz. Ancak Tanrı’nın var oluşu koşuluyla olabildiğinden, bunun varsayılması, ödevde ayrılmaz bir biçimde bağlıdır. Yani Tanrı’nın varlığını kabul etmek, ahlaksal bakımdan zorunludur.” der.
Kant bu inancından vazgeçmeyeceğini de söyler. “Saf ahlak yasasının bir basiret kuralları olarak değil, bir buyruk olarak her insanı, göz yumulmayacak bir biçimde bağladığı kabul edilince, haksever bir insan diyor ki; bir Tanrı’nın olmasını istiyorum. Benim bu dünyada var olmam, aynı zamanda doğa bağlantılarının dışında, saf bir anlama yetisi dünyası içinde, bir varoluş olmasını istiyorum. En son olarak, sonsuza dek sürmesini istiyorum. Bunda ısrar ediyorum ve bu inançtan vazgeçmeyeceğim.”
Tanrı’nın Zat’ının bilinmemesini, insanlardan dünyada bunun esirgemesini ise iyi görür ve olumlu yorumlar. “Bizi var kılan, O araştırılıp bilinmez olan bilgelik, bizden esirgediği şeyde de, bize bağışladığı şeyden, daha az saygıya layık değildir.” İşte kontrollü metafizik yapan Kant’ın en son geldiği nokta burasıdır. Kant’a göre, istemek duygusunun kaynağı da elbette Tanrı’dır.
Platon’da iyinin bilgisi önce, yasa sonradır. Kant’da ise tam tersi geçerlidir, önce ahlak yasasının bilgisi, sonra iyi geçerlidir. Aralarındaki fark ahlakı temellendirme konusunda adeta kapanır. Biri yasa ise iyidir der, öteki iyi ise yasadır der. Bence iyi ancak ve ancak yasadır.
Sanat Felsefesi
Neler yapmalıyım ve neler yapmamalıyım sorularına, Pratik Aklın Eleştirisi eserinde, ödev ahlakı adını verdiği ahlak yasası ile cevap veren Kant, sanat felsefesini temellendirmek için de çaba gösterir.
1790 senesinde yayınlanan Yargı Yetisinin Eleştirisi kitabının ağırlıklı konusu estetiğin, sanatın nihai sonucu olan ‘güzel’ yargısının ilkelerini bulmaktır. Nasıl ki, bilimsel önermelerde doğruyu yanlıştan, ahlaki önermelerde iyiyi kötüden ayırmanın apriori ilkeleri aranıyorsa, sanat alanında da güzeli çirkinden ayırmanın ilkesini bulmak ya da tanımlamak gereklidir. İşte ona göre sanatta ‘güzel’ olan, teorik aklın ulaştığı ‘doğru’ ile pratik aklın yakaladığı ‘iyi’ yargısının karşılığıdır.
Platon’a göre güzel bir ideadır ve Tanrı’dandır. İdea, kavram ve nesneye indirgenemez. Masanın ideası yapılır ama gülün ideası yapılamaz. Kant’a göre idealar bilinemez ve bilimi yapılamaz. Güzellik, ya taklit ya da temsil sanatı ile fark edilir. Ama insan mükemmeli yakalayamaz.
Güzellik yargıları, sentetik apriori gibi hem evrensel hem de zorunlu olmalıdır. Amaçlılık ve Ortak Duyu ise bu sonucu sağlamak için eserinde kullandığı kritik 2 apriori kavramdır.
Amaçlılık İlkesi
Saf aklın; doğruyu, iyiyi ve güzeli bulma kabiliyetleri vardır. İnsan doğruyu teorik akıl, iyiyi pratik akıl, ‘güzel’ hükmünü ise ahengi ’tahayyül’ ederek bulur. Doğru, insandan bağımsız iken, iyi ve güzel bağımlıdır. Doğru, determinatif, insandan bağımsız, kavramdan nesneye yönelik ve sebep-sonuç ile yargıya varmaktır. Fakat iyi ve güzel, refleksif, insana bağımlı, nesneden kavrama yönelik ve derin düşünme ile yargıya uzanmaktır. Güzelin amacı kendisidir ve araç yapılmamalıdır. Adeta amaç, amaçsızlıktır.
Uyumu kabul etmek kosmos, reddetmek ise kaostur. Bu iki us arasında devam eden, ahenkli serbest oyunda, teorik/pratik akılların birbirlerine bir üstünlüğü yoktur. Temel yetiler; Bilme, İsteme ve Beğeni gücü olarak özetlenebilir. Esasında aklın bu 3 yetisinin bütününe; bilinç/ben/ruh da denebilir.
Adeta taakkul ile doğru, tasavvur ile iyi ve bu ikisinin arasındaki mekik dokuyan tahayyül sayesinde de güzel görünür. Saf aklın ’tahayyül’ istidadı, sanat felsefesinde kilit bir kavramdır.
Evren, ‘amaç’ varmışçasına ve teorik akılla tahayyül edilirse, insan doğru/yanlış hükümlere ulaşır. Buna teleolojik yaklaşım denir ve nesneldir. Evren, ‘amaç’ varmışçasına teorik ve pratik akılla birlikte tahayyül edilirse, insan bu sefer güzel/çirkin yargılarına ulaşır. Buna da estetik yaklaşım denir ve özneldir.
Kant’ın, “İnsanlar olmaksızın bütün bir yaratılış salt ıssız bir çöl, boşuna ve bir son bir amaçtan yoksun olurdu.” ifadesi, amaçlılık konusundaki konumunu ve duruşunu gösterir. Oysaki amaç, metodolojik natüralizm bilim felsefesine göre metafiziksel bir nedenselliktir. Zaten bugün bilim yapılırken maalesef dikkate alınmamış ve indirgemeci bir yaklaşımla elenmiştir. Fakat onun sanat felsefesini temelinde bu amaçlılık apriori ilkesi vardır.
Ortak Duyu İlkesi
Estetik yaklaşım, amaçlılık ilkesi ile elde edilir. Teorik ve pratik aklın paslaşmasıyla taakkul ve tasavvur arası seyahat eden tahayyül 2 sonuca varır. Biri uyumdur, diğeri de uyumsuzluktur.
Apriori bir ilke olan ‘Ortak Duyu’ sayesinde, bu uyumu ya da uyumsuzluğu insan fark eder.
İnsan uyumsuzluktan ‘yücelik’ idesine, sonra da ‘korku ve sevgi’ idelerine ulaşır. Dahası sınır sayılan bu pencereden, düşünse bile nesnesini kuramadığı metafizik unsurlara alan açar; Tanrı, Ruh, Evren, Sonsuzluk, Mükemmellik gibi. İşte bu yücelik, insanı hayrette bırakır ve boyun eğdirir.
Aynı insan evren ile kendi arasındaki uyumluluktan ‘haz’ duyar ve hoşlanır. Bu öznel duyum, apriori ‘Ortak Duyu’ ile ‘beğeni’ ufkuna ulaşır. Düşünemese bile gördüğü bu beğeni, evrensel ve zorunludur. Mesela elmanın tadından, kokusundan hoşlanmak özneldir. Bu konuda insanlardaki haz ve ilgi değişebilir. Fakat elmanın kendisi beğenilir. Böylece beğeni, nesne için artık ‘güzeldir’ yargısıdır. Bu hüküm değişmeyendir. Eser beğenilmemişse, problem sanatta değil haz ile bakan insandadır. Esasında burası da bir metafizik sınırdır. Ortak duyu ile ‘vicdan’ arasında bir irtibat vardır.
Ahlaktaki ilkelere varmada en kritik apriori unsurlar, özgürlük ve isteme istidadı idi. Özetle o, sanattaki estetik yargısını bulmak için, sağduyuyu andıran ‘ortak duyu’ ile ‘amaçlılık’ ilkelerine başvurur.
Ortak duyunun tanımı; öznel değil nesnel olandır. O, insanların ortak beğenisini ifade eden evrensel bir ilkedir. Bu kriter, insana bir türün parçası olduğu hissini verir. Ortak duyu; evrenseldir, herkesin beğendiğidir. Bu beğeni, bir saf beğenidir. Güzelin ispatı olmaz, bilme alanı değildir ve metafizik bir sınırdır. Oysa doğrunun hem ispatı hem delili olur. Güzelde, bir ile çok, sınırlı ile sınırsız adeta iç içedir.
Kant’ın evrensel, nesnel güzellik anlayışında, öznel olan ‘aşk’ kavramını açıklamak oldukça zor bir konudur.
Sonuç
Kant, insan aklının değersizleştiği bir coğrafyada, ona değerini tekrar kazandırma cesaretini gösterir. Önemini, fonksiyonunu öyle bir nazara verir ki hem bilim dünyasını hem akademik camiayı hem siyaseti hem hukuku hem de halk kitlelerini etkiler. Bu etki, bugün dahi uluslararası seviyede devam etmektedir.
O, aklın kaynağını ifade etmekten daha ziyade, onun nasıl kullanılması gerektiğini açıklar. Bir taraftan, tefrite karşılık bir ifrat olarak aklı yüceltirken, aynı zamanda ona, bu kritikleri ile dengeli bir yaklaşım ile sınır da çizmek ister. Kaynağı hakkında açıklama yapamadığı apaçık bütün doğrulara, ‘aklın zorunlu apriori bilgisi’ gibi farklı tanımlamalar getirerek açılım kazandırır. Fakat bunların kaynakları nelerdir ve niçin böyleler gibi soruların cevabı tanımlarda bulunmadığından, bana göre böyle tariflerin sonuna bir nokta değil, üç nokta koymalıdır.
Metafizik alanlarda, teorik akıl bir şey söyleyemez, tezini ısrarla savunur. Söylerse, onun yöntemine göre akıl çelişkiye düşer. Bu tezi ile aklın metafiziği reddetmesi değil, aksine kabul etmesi fakat ilave olarak metafiziğin akılla bilinememesi sonucu çıkar. Ayrıca yöntemin belli noktalarda çelişkiler doğurması, sadece teorik aklın hata vermesi demek değil, aynı zamanda aklın yöntemdeki hatayı fark etmesidir. Hatta yöntem doğru bile olsa, o konuda insan aklı yetersiz de olabilir. Dahası akıl da yanılabilir. Kant da bir insandır ve bu tezinde yanılma hakkı vardır.
Ahlak inşası konusunda, başlangıçta kutsalları bir ön kabulle eler. Ama Kant, kutsal öğretiler ile çelişmeyen, hatta zaten kutsalların kabul ettiği bu öğretileri ve ahlak ilkelerini temellendirmede, pratik aklın apriori ilkelerinin zorunlu neticesi olduğu sonucuna, bence ulaşmıştır.
Transandantal olarak tanımladığı, numenler olarak adını bile koyduğu bazı metafizik ideleri, elbette yok saymadığı anlamına gelmektedir. Fakat reddetmediği bu anlam, delilleri olmakla birlikte iddiasını ispat edemese de, zihni aşkındır. Zaten bu ideler, zihnin zorunlu kategorileri ile ispat yapılan hususların kapsamının dışındadır.
Hâsılı o, insanların ahlaken ve hukuken ilerlemesini aydınlanmaya, aydınlanmayı da aklın kullanılmasına bağlarken, akla bir alan belirler. Bu belirlemede akla verilen değer, ya aklın gerçek değeridir. Veyahut o zamanlarda, batıda değer kaybeden akla, adeta bir tepki şeklinde, Kant tarafından altı kalınca çizilerek hatırlatılan, gerçek değerine yakın tanımlanan bihemta bir akıldır.
Kaynakça
- Aydınlanma nedir? Immanuel Kant, Remzi Yayınlar 1983, Tercüme: Nejat Bozkurt
- Arı Usun Eleştirisi (Saf Aklın Eleştirisi), Immanuel Kant, İdea Yayınevi 2003, Tercüme: Aziz Yardımlı
- Pratik Aklın Eleştirisi, Immanuel Kant, Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları 2002
- Yargı Yetisinin Eleştirisi, Immanuel Kant, İdea Yayınevi 2016, Tercüme: Aziz Yardımlı
- Fakültelerin Çatışması, Immanuel Kant, Fol Yayınları 2021, Tercüme: Prof. Dr. Mevlüt Albayrak
- Kant’ın Şemsiyesi, Prof. Dr. Hasan Bülent Gözkan, Yapı Kredi Yayınları 2018
- Immanuel Kant
- Kant Okumaları, Prof. Dr. Ahmet Ayhan İçil, KDO ve İlke Kanalı
- Kant’ta Kavramın İki Biçimi: İdea ve Kategoria, Dücane Cündioğlu
- Kant ve Aydınlanma, Akbank Sanat Felsefe Seminerleri, Prof. Dr. Hasan Bülent Gözkan
- Immanuel Kant Yaşamı ve Felsefesi, Felsefe Yolcusu Kanalı
- Yargı Yetisinin Eleştirisi’nin Kant’ın Felsefesindeki Yeri, DTCF Felsefe Bölümü Dergisi 2008, Prof. Dr. Metin Bal
- Ebedi Barış Üzerine Felsefi Bir Deneme, Immanuel Kant, AÜ SBF Yayınları 1960, Tercüme: Prof. Dr. Yavuz Abadan
- Kant Felsefesini Anlamak, Felsefe Tarihi-32, Pelin Dilara Çolak
- Kant Estetiği, Prof. Dr. Taylan Altuğ, Payel Yayınları
- Kant Felsefesinde Estetik, Habib Kavak, Philosophos Kanalı
- Kant Estetiği, Doç. Dr. Oğuz Haşlakoğlu, Philosophos Kanalı
- Pratik Aklın Eleştirisi Dersleri, Habib Kavak, Philosophos Kanalı
- Saf Aklın Eleştirisi Dersleri, Habib Kavak, Philosophos Kanalı
- Kant’ın Estetik Eleştirisi, ÇAKÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Doç. Dr.Feyza Ş. Güngör