Bilimin Sınırlarına Dair Bir Yaklaşım
Bu makalenin amacı, insanlık için aşikar olan bilimlerin önemini anlatmak değildir. Onun hudutlarını belirleme adına sadece bir perspektif sunmaktır. Dahası, bilimler ile nelerin bilinip-bilinemeyeceğini, yine bilimsel argümanlar ile anlatma çabasıdır. Esasında bu konu, bilimin alanını ve konumunu inceleyen bilim felsefesinin (1) ve bilim metodolojisinin sahasına girmektedir.
İnsan normal hayatta iken, beyin fonksiyonunu eda ediyor. Beyin sayesinde gözler, görevini yapıyor. Okuyabilme eyleminde, genellikle göze ihtiyaç duyuluyor. Metni kavrayabilmek için de, ilgili dildeki kelimelerin manalarını biliyor olma zorunluluğu vardır. Yazılan bir kelimeyi anlamak ancak harfleri tanımak ile mümkündür. Yazabilmek için ise, harfler kümesi denilen sembollere yani alfabelere ihtiyaç duyuluyor. Sembolleri kavramak çoğunlukla gözlerle mümkündür. Gözler, beyin olmadan çalışamaz. Beyin de, insan normal hayatta ise işlevini yapabiliyor demiştik. Yukarıdaki paragraftan çıkan bir sonuç vardır. Dikkat edilirse sonunda tekrar başa dönülüyor. Adeta kadim tabirle ‘fasit daire’ oluşuyor. Bu döngüde, insan ve hayat; hem zorunlu olarak gerekiyor, hem de bir sınır özelliği görüyor. Onlar olmadan sistem, içerideki basamakları işletemiyor ve duruyor.
Muhtaçlık Durumu
Kısır döngüyü çağrıştıran malum paragraf daha da genişletilebilir. Fakat bir fikir vermesi bakımından yeterli olduğunu düşünüyorum. O da, bir şeyin tanım ve anlamının, başka bir şeye muhtaç olması zaruretidir. Mesela bir kelimeden bahsedebilmek için; ön kabul ya da aksiyom şeklinde bir lisan, o dilin kuralları, manası, alfabesi ve ortak sembolleri… mantıken tartışmasız var sayılıyor.
Anlaşıldığı üzere, ‘insan hayatına’ bağımlı olarak; beyin, göz, okumak, anlamak, dil, yazmak, kelimeler, harfler ve semboller… silsilesi birer anlam kazanıyor. Bunların hiçbiri, kendi kendine yetmiyor ve bir başka ön kabul olmadan kendi kendini tanımlayamıyor. Özetle her biri, bir başkasına muhtaç durumdadır.
Şimdi gelelim ‘insan hayatı’ kavramına.. Bu iki kelimeyle neler anlaşılır acaba? Cevabı ise, insana ve hayata dair verilen yanıtlar aynı olmadığı sürece, değişkenlik arz eder. Yukarıda ifade edildiği üzere, bir şeyin anlamlılığı, başka şeylere, ön dayanaklara, postulatlara muhtaç olması zarureti gereğince, insanın insan ile mutlak tanımlanabilmesinin imkansız olduğu gerçeğidir. Bu mevzuyu biraz açmak istiyorum..
Bilimin Ön Kabulleri
Hayat; başlangıç ile bitiş arasını yani zaman mefhumunu, insan da; mülk cihetiyle üç buudlu mekan kavramını çağrıştırıyor. Öyleyse ‘insan hayatını’ kesin doğruya yakın tanımlamak, ancak zaman ve mekan kavramlarını doğru bilmek ve dahi anlamlandırmakla mümkün olur. İşte tam da burada, herhangi bir şeyin hakikatini veya sadece maddi cihetini bilme adına yola çıkmak için, en başta bir ön kabul şeklinde, -bu ister ontolojik anlamda mevcud, isterse epistemolojik bağlamda bilgi türü olsun farketmez- varlığına itirazsız ‘evet’ denilen şeylerden söz ediliyor. Çoğaltmak elbette mümkün ama bu varlıkların başlıcaları; evren, insan, can (hayat anlamında kullanılıyor), beyin (aklın, zihnin ve mantığın bir adresi kastediliyor), zaman ve mekan olarak altı başlıkta özetlenebilir.
Bir şeyin henüz tanımını, anlamını, nasılını, nedenini, sebebini, sonucunu bilmeye başlanılan o noktada, otomatik olarak, tartışmasız bir aksiyomlar bütünü karşımıza çıkıyor ki bunlar; yukarıda ifade edilen başlıca altı husustur. Bir nevi bilim öncesinde, bilim yolunun esasları ya da şartları, adeta ‘bilimin erkanı’ gibidir bu varlıklar. Dolayısıyla bunlarsız, bu araçlar olmadan, asla bilim yapılamıyor, bilmekten söz edilemiyor. Bilim, bütün bunlara muhtaçtır. Kendisi bir şeylere muhtaç olan bilim, çok şeyi bilebilir ama apaçık her şeyi bilebileceğini iddia edemez. Bu da zaten sonuç itibariyle insanı, “bilimin sınırları, hudutları” vardır sonucuna götürüyor.
Bilimler akıl yürüterek, mantık türlerini kullanarak, varlığa, insana, hayata, zamana ve üç boyutlu mekana dair; kendi ön kabulleri, öncülleri, aksiyomları yardımıyla tümdengelim, tümevarım ve analoji yöntemlerini kullanıyor, kıyaslar yaparak yol alıyor. Ayrıca o; varsayımları, hipotezleri, tezleri, teoremleri, ispat metotları ve kuralları çerçevesinde elbetteki birçok gerçeği belirliyor. Bununla birlikte bilimin bizatihi kendisinin muhtaç olduğu hususlar nazara alınınca da, sadece bilimsel metotlarla, hem de mutlak bir yargı ile varlığı izah ve ispat etme çabaları önemlidir ve takdir edilmelidir ama bu sonuçların kesinliğini gerektirmiyor. Böylece bilimin, açıklama hatta anlamlandırma önermeleri, kendi içerisinde bir prodaks oluşturuyor. Bu ise insan aklının kabul etmeyeceği açık bir çelişkidir. Bu felsefi sonucu, matematiksel metotlarla, ‘tamamlanamazlık teoremleri’ (2) adı altında, iki farklı aritmetik teoriyle ispat eden, Albert Einstein’ın yakın arkadaşı ünlü matematikçi ve mantıkçı Avusturyalı bilim insanı Kurt Gödel’dir.
Toplamanın Öncülleri
Şimdi de matematik bilimi üzerinden anlaşılır basit bir misal ile bu mevzuyu açıklamaya çalışalım. ‘İki ile üçün toplamını’ yapabilmek için ne lazım? Birincisi, soyut veya somut iki ve üç varlıktan bahsediliyor. Yani evvela varlık gereklidir. İkincisi, toplamak bir cebirsel sistemi ifade eder. Bu sisteminde kendi içerisinde mantıklı aksiyomları, kabulleri, kuralları vardır ve elbette bunlar kendi içinde tutarlıdır. Şöyle düşünülebilir: Toplamak, ‘bir araya getirme’ değildir mesela. Öyle olsa, ‘bir ile birin toplamı’ her zaman iki olmaz. Çünkü bir su damlası ile başka bir su damlası birleştiğinde, sonuç iki değil yine bir damla su oluyor. Yanılarak tutarsızlık mı var zannedilebilir. Oysa toplama işlemi tutarlıdır.
Ayrıca, iki elma ile üç armudun toplamı, ne beş elmadır, ne de beş armut. Yani her şey toplanmıyor. Toplanabilen şeyler var, toplanamayan şeyler var. Yukarıdaki ifade, iki elma ile üç elmanın ya da iki saat ile üç saatin toplamı şeklinde sorulsa, toplanır. Burada şu devrede oluyor: Toplanan şeylerin ‘birimi’ aynı olmalıdır prensibi. Peki ‘birim’ ne demektir? Bu da bizi zorunlu olarak üçüncü ve dördüncü hususlara, yani zaman ve mekan kavramlarına götürüyor. Özetle, matematik biliminin en temel işlevlerinden biri olan toplama işlemini yapabilmek için, evvela bir ‘insan’ lazım. İkincisi bu insan da ‘canlı’ olmalıdır. Üçüncüsü, toplamından bahsedilen ‘varlıklar’ gereklidir. Tutarlı bir sistem inşası için, akıl ve mantığın adresi olan ‘beynin’ mevcudiyeti de dördüncü bir zorunluluktur. Bunlara birimlerin kaynağı olan, ‘zaman ve mekan’ da ilave edilirse ve dikkatle bakılırsa, karşımıza ilk etapta altı husus çıkıyor. Bu durum, hem matematik bilimi, hem de diğer metodolojik natüralizm ile yol alan diğer bilim dalları için geçerli bir realitedir.
Bilimin Çerçevesi
Bilim yapmaya başlamadan önce otomatik kabul edilen altı hususa ilave olarak, bilim yaparken de kullanılan ön şartlar ya da öncüller ayrıca dahil edilmesi gereken aşikar unsurlardandır. Zira bunlar da, bilimin metodolojisinin mantığına uygun, fakat güncellenmeye açık ilke ve kurallardır. Bilim; deney ve gözlem yoluyla, evrene sorulan sorulara, evrenden gelen cevapları veya verileri toplayıp, bunları ölçerek veya sayarak, rasyonellik olarak da tanımlanan mantık ilkeleriyle değerlendirip ve yorumlayıp, kişisel yargılarda denilen tartışmaya açık varsayım ve hipotezler üreterek, bunları doğrulanabilirlik ve yanlışlanabilirlik gibi bazı süreçlerden geçirerek, deliller yardımıyla tez ve teoremlere dönüştürüp, daha sonra bunları tekrar ve tekrar test edip kanıtlayarak, zamanla değişime açık kurallar ortaya koyan ve bu kuralları belli koşullara bağlı genelleyerek, fiziki evrenlerin gerçeğine doğru yaklaşan en güçlü ve en isabetli yol olduğunu iddia ediyor. Bu da motivasyonu; insandaki tutku ve merak potansiyeli olan, sorgulayan ve sorgulanabilen bilimin, yaygın bir çerçevesidir.
Mantığın İlkeleri
Antik Çağ Yunan düşünürü, klasik mantığın öncüsü, meşhur Organon eserinin sahibi Aristoteles’e göre (3), ispatlanmadan bilinebilen mantığın üç temel ilkesi vardır. Birincisi, her kavram kendisiyle aynı olmalı, kendisinden başka bir şey olmamalıdır. Her ne kadar Alman Friedrich Engels, doğada sürekli bir değişimi savunduğu için, bu özdeşlik aksiyomuna itiraz etsede, Aristoteles’ten bugüne kadar gelen ve halen geliştirilerek kullanılan temel görüş budur. İkincisi, bir şeyin aynı anda hem kendisi hem de kendisinden başkası olamayacağı, çelişmezlik yasasıdır.
Diğer akıl yürütme ilkesi de, günümüzde kuşkuyla bakanlar olsa da, bir önermenin ya doğru ya da yanlış olduğunu ifade eden, üçüncü durumun imkansızlığı yasasıdır. Diyalektik mantık, bu yasaların tamamına itiraz eder. Zira onlar, değişmeyen tek şey değişimin kendisidir, derler. Daha sonraları Alman matematikçi Gottfried Leibniz tarafından, var edilen bir şeyin var olabilmesi için yeterli sebebin olması gerektiği nedensellik ilkesini de (4), dördüncü olarak sayabiliriz.
Bu ilkelerin, varlığın ve bilginin kaynağına yönelik, bugün bir araç olarak bilim metodolojisinde geçerli olsa bile, mutlak veya kesinliklerine yönelik tartışmalar, hala devam etmektedir. Bilim felsefesinin konusu olan bu alandaki problemi gören ve aynı zamanda bu ciddi gerçeklerle yüzleşen Macar filozof Imre Lakatos’un, bilimsel araştırmaların metoduna yönelik önemli çalışmaları vardır. O, farklı yöntemleri savunan Avusturyalı Karl Popper ve Amerikalı Thomas Samuel Kuhn arasında orta yolu bulmaya çalışmıştır. (5) Özetle, bilim camiasında bu meselede bir konsensüs yoktur.
Birim Faktörü
Fen bilimlerindeki, hız, ivme, kuvvet ve basınç formüllerini hatırlayalım. Hız, belirli bir mesafenin, belirli bir zaman aralığına oranıdır. İvme, ilk ve son hız farklarının, zaman farklarına oranıdır. Kuvvet, cismin kütlesinin, ivme ile çarpımıdır. Basınç ise, uygulanan dik kuvvetin alana oranıdır. Bu fiziki kurallar çoğaltılabilir. Buradaki ortak husus, formüllerin içerisindeki zaman ve duruma göre -bir, iki, üç boyutlu- mekan kavramlarıdır. Yani zaman ve mekan olmadan, dolayısıyla bunların evrensel zorunlu standartları denilen ‘birimler’ tanımlanmadan, ne bir işlemden, ne de bir eşitlik, eşitsizlik veya formülden bahsedilemez. Öyleyse bilimlerin inşası için, bütün bu hususlar baştan, peşinen kabul edilmiş olunuyor.
Biriyle buluşmak istendiğinde, insanın ilk aklına gelen, nerede ve ne zaman sorularıdır. Zaman ve mekan olmadan randevu bile verilemiyor.
A ve B teorilerindeki farklılıklar mahfuz, zaman vurgusu, kelimelerin özünde, manasında, adeta ruhunda saklıdır. Dünyaya geliş itibariyle, kardeşim sonrayı, abim önceyi, ikizim denildiğinde ise birlikteyi vurgulamıyor mu?
Birimler; ‘mekan’ bağlamında, bir mi, iki mi yoksa üç buudlu mu olduğunun önemi kadar, ‘zaman’ açısında da bu böyledir. Mesela, insan düne mi, yoksa beş gün sonrasına mı yakındır? Zamana, sadece ‘süresi’ şeklinde yaklaşılırsa, cevap dündür. Oysa, artık dün, zamanın A teorisine göre imkansızdır ama beş gün sonrası bir ihtimaldir. Zira yakınlığa, süre perspektifinden bakınca birimler devreye girer ve cevap dün olur. Ama yaşanabilirlik hayat açısından ise, doğrusu, imkan dahilinde olan, yani beş gün sonrası olmuyor mu?
Fiziksel Varoluş Teorileri
Bilim, iki hidrojen ve bir oksijen atomunu kullanarak henüz su yapamıyor ama onun fiziksel ve kimyasal yapısını, farklı hallerini ve Dünya’daki devri daimini inceliyor. Periyodik cetvelde ifade edildiği üzere, fiziksel varlığın hangi atomlardan meydana geldiğini bulabiliyor. Fakat bugün bilim, yoktan yeni bir atom üretemiyor, var olan atom türlerini ve sayılarını bilsede onlardan bir tane bile yapamıyor. Hatta varlığın maddi yönünün işleyişini, fizik, kimya ve biyolojinin diliyle izah etsede, ‘metodolojik natüralizm’ bilim yapma yaklaşımına göre, metafizik konular, onun sahasına girmiyor. Materyalistler yoktur iddiasında olsada, bu metafizik sahanın mahiyetine dair; tıpkı periyodik cetvelde fiziksel ve kimyasal alanda olduğu gibi, bütün bir insanlığın konsensüs ile kabul ettiği objektif kesin bir bilgiye sahip değiliz.
Varoluşun, haliyle zaman ve mekanın (uzay da denilebilir), madde ve enerjinin sonradan olduğu, bunların tahmini 13,8 milyar yıl önce, Tekillik (Singularity) adı verilen yoğun ve sıcak bir şeyin (kelamcıların bir kısmı bana Madum diyor) patlaması ile başladığı fikri, en çok kabul gören bilimsel bir teoridir. Bugün bilim dünyasında ‘Büyük Patlama’ (Bing Bang) adıyla (6) önemli bir yer bulan bu teori, 1920 senesinden beri destek gören ve bugün alternatifleri arasında en yaygın olan bir görüştür. Kaşifleri ise, Rus matematikçi Alexander Friedmann ve Belçikalı fizikçi Georges Lemaître’dir.
Bilimin sınırları açısından İngiliz fizikçi S. William Hawking, Tekillik öncesinde (önce bile yok) ‘yokluk’ olduğunu ve metodolojik natüralizm düşüncesinin de savunduğu gibi fiziğin konusuna girmediğini söyler. Çünkü zaman, mekan, madde ve enerji unsurları olmadan fizik bilimi, hem yapılamaz hem de temellendirilemez. Burası adeta, ‘bilim nasılları izah edebilir ama niçinleri değil’ sınırının da izahı ve itirafıdır. Buna ilave olarak, insan ve hayata dair mevzularda, cevaplanması gereken ama bu teorinin dışında kalmış konular da elbette pek çoktur.
Mesela Kuantum fiziğinin temeli atan Alman Max Planck, kendi adıyla bilinen ‘Planck Sabitini’ bularak, zamanın başladığı noktayı tahmin ve tayin etmiştir. Benzer şekilde, keşfedilen ve formüllerde kullanılan bütün matematiksel ve fiziksel sabit sayılar, evrendeki hassas ayarları doğrulayan argümanlardır. Fakat hassas ayarların kaynağı, bu keşiflerin dışında kalan hususlardır.
Ayrıca Büyük Patlama teorisi dışında, varoluş evreleriyle alakalı pek çok teori içerisinden, ikinci derecede yaygın olan diğer başka görüşler ve hipotezlerde vardır. Salınan Evren teorisi, madde ve enerji yetersizliğinden ötürü fizikçiler tarafından çürütülmüştür. Daha ziyade metafizik bir iddiaya yakın duran Multi Evren hipotezi ise, zaman ve mekanın bir başlangıcı olduğundan hareketle, büyük bir nisbetle fizikçiler tarafından kabul görmemiştir. Yine, ‘dört’ yerine ‘on bir’ boyutlu evren anlayışını iddia eden Kuantum Kozmolojisi de (7), maddenin yoktan var oluşunu değil, var olan bir enerjinin maddi forma dönüşümünü açıklamaya çalışıyor.
Netice
Bilimlerin sahasına giren, dolayısıyla bilimsel argüman ve metodolojilerle ispatlanması gereken konuları ve bunların çerçevesini tayin etmek elzemdir. Bu sınırları tayin etme çabası, bilimi değersizleştirme ve kısıtlama değil, aksine onu kendi alanında özgürleştirmektir. Çünkü esas olan şu ki, asıl bilime hudut çizmemek onu işgal etmek demektir.
Bilimler ailesi, insana, evrene, hayata, akla, zaman ve mekana dair, güncellenmeye açık bir şeyler söyleyebilir. Keşiflerle ve icatlarla işleyişe dair disiplinlerin bir kısmını tanımlayabilir. Fakat, manalarına, amaçlarına, niçinlerine, varoluşlarına yönelik, bütün insanlığın ‘evet’ diyeceği bir netlikle/açıklıkla, kesin ve mutlak olarak bir şey diyemedi ve diyemez. Çünkü bunlar bilimin hudutlarının dışında kalan konulardır. Bilimin kendisinin, bilim yapabilmesinin, zorunlu malzemeleri vardır. Bu haliyle bilimlerden, mutlak cevap aramak, mantıken kendi içinde tutarsız ve çelişkili bir dizi önermeler oluşturuyor.
Bilim açıklayabilir fakat anlamlandıramaz. Bilim uğraştır, araçtır ama amaç değildir. İnsan bilimin değil, bilim insanın ürünüdür. Bilim varlığı açıklar, fiziksel varoluş teorileri ise onun ulaşabileceği ancak en üst sınır olabilir. Doğumlar ve ölümler arası biyolojik, kimyasal, fiziksel evreleri izah edebilir ama hayatın kaynağı/başlangıcı ve durdurulamayan ölüm ve ötesi hakkında, bu metodolojiler ile ne söyleyebilir ki?
Özetle, sonradan olmuş ve sonlu olan bu unsurlar ile kendisinin dahi bugün bile doğruluğu halen tartışmalı olduğu öncüller olmadan, üstüne bir de bunlara muhtaçken, kusursuz bir bilimsel çıkarımdan bahsedilemeyeceği aşikardır.
Dahası; ruh, nefis, irade, hayat, ölüm, ölüm ötesi, melek, Tanrı tasavvuru gibi daha nice felsefenin alanına giren metafizik konulara, bilimlerin deney, gözlem, teori, ispat ve formül gibi fiziksel argümanlar ile -bunlara dair lehte veya aleyhte bir kısım deliller bulunsa dahi- mutlak ve kesin cevap bulma düşüncesi, bilimin sınırları içerisinde olabilir mi? Bence asla..!
Kaynaklar
- Bilim Felsefesi
- Prof. Dr. Ayhan Çitil, Gödel Teoremleri, Kualia Analitik Felsefe Dergisi
- Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken, Zihin Hakikatleri ve Varlık, Felsefeye Giriş 1
- Felsefi İlkeleri
- Imre Lakatos, Bilimsel Araştırma Programlarının Metodolojisi, Alfa yayınları, Çeviri: Duygu Uygun
- Big Bang
- Sicim Teorisi