Atatürk ve Bediüzzaman
Bu yazının amacı, mümkün mertebe objektif bir duruş ve gayret içerisinde kalarak, rasyonel tarihi verileri ve olayları merkeze alarak, yakın tarihimize damga vuran bu önemli şahsiyetlerin ilişkisini dikkat ve titizlikle anlamaya çalışma teşebbüsümdür. Olgu ve algılardan uzak ama vaka odaklı, kendi yorumlarımı da yer yer dahil ederek paylaşacağım. Zor, riski yüksek, cesaret isteyen bir konu olduğunun elbette bilincindeyim.
Hissi, subjektif ve ideolojik yaklaşımlardan uzak bir metin olmasına özen göstermenin yanında, aynı zamanda mantıki, bütüncül, sistemli ve bilimsel bir metot takip etmeyi düşünüyorum.
Olayları, duruşları, yazılı ve sözlü metinleri, şahitlerin beyanlarını aktarırken, bilgi ve yorumu ayrı vermeye çalışacağım. Hem bilginin hem de yorumun, doğruluk ve yanlışlık derecelerini, elimden geldiğince kritik edeceğim, sorgulayacağım. Fakat olasılıklardan sonraki ortaya çıkan nihai kanaatlerimi de yazacak, ardından ise bu metni okuyucuların insaflı tenkit ve taktirlerine havale edeceğim.
Mustafa Kemal Atatürk ve Bediüzzaman Said Nursi hakkında akademik anlamda bir uzman değilim. Ama bir vatandaş olarak, her iki zatın eserlerini, hayatlarını geç olsa bile biraz araştırdım ve karşılaştırdım. Bu araştırma ve okumalarımın yeterli olduğunu iddia etmem mümkün olmasa bile, bu durumun, mevcut tesbitlerimi özgürce yazma girişimine engel olmaması gerektiğini düşündüm.
Risale-i Nur Eserlerinde Deccal ve Süfyan
Bediüzzaman’a nisbet edilen ve uzun süre sıkça tartışılan önemli konulardan biri, onun yazdığı eserlerde, Atatürk için ‘Deccal’ dediği şeklindedir. Peki onun eserlerine dayandırılan bu iddia doğru mudur?
Hadis kaynaklarıdan bilindiği üzere, senetlerin bir kısmının doğruluğu ve orijinalliği tartışmalı olsa dahi, belli bir nicelikte, ‘Mehdi, Mesih, Deccal, Süfyan’ şeklinde ifade edilen kavramlar mevcuttur. Bu, iyi ve kötü karşılığı olan tanımlamaların, bir ‘düşünce’ mi ya da bir ‘şahıs’ mı olduğu konusu yoruma açıktır. Doğrusunu Allah bilir.
Ayrıca var olan metinlerden hareketle, bu şahıs veya düşüncenin, ortaya çıkacağı zaman ve mekan hususunda, bazı bilgiler korunarak bugüne kadar intikal etmiştir. Bu bilgilerde, zaman ve mekan konusunda, hakiki değil ama ‘işaret’ eden,’tasvir’ eden bizler açısından yoruma açık benzetmeler ve tavsiyeler vardır. Hatta ‘ahirzaman’ ifadesi ile net bir tarih belirtilmemiş, bu süre zarfı içerisinde cereyan edecek olaylar anlatılmıştır.
Doğru önerme ve öncül kabul ettiğim hadislerin kendisi, insanlara bakan yönüyle zaten yorumlanmaya açık bırakılmıştır. Kritik edilen, uydurma olmayan bu ilgili hadisleri doğru öncüllerimiz kabul edersek -ki ben ediyorum-, yapılacak çıkarımlar da elbette doğru olacaktır. Ancak, lafzi açıdan doğru öncül olan hadislerin kendilerinin anlamları, bizce yoruma açık ve kesin olmadığından, insanların anlamsal çıkarımlarının doğruluk derecesi de ona göre yani nitelik açısından zanni olacaktır. Dolayısıyla varılan sonuçlar da kesinlik ifadesi iddia edilemez . Zaten, bu yorumlara başlarken, alimler çoğunlukla ‘Hakikati Allah bilir’ kaydını da düşmüşlerdir. İşte Bediüzzaman’ın eserlerinde, ilgili hadisleri yorumlarken takip ettiği metotta bu şekildedir.
Şimdi de, üçüncü şahıslara, şahitlerin beyanlarına, hatıra nevinden anlatılan ve yazılan kaynaklara öncelik vermeden, doğrudan yazarın, objektif, kamuoyu ile paylaştığı eserlerini esas alarak ilerleyeceğim. Zira Bediüzzaman’ın kendi yorumlarının dışında kalan, onun adına söylenen bütün anlatımlar, kendisini bağlamaz. Zaten, bu düşüncelerin O’na ait olduğunun doğruluk değeri, şahitlerin konuyu doğru anlamalarına ve doğruluklarına paralel bir konudur.
Hasılı, bu konuda aradığımız doğru cevap, yazarın Risale-i Nur eserindeki bizzat kendisinin beyanları olabilir. Diğer beyanların, bana göre, iddia ve hipotezden öte bir değerliliği söz konusu olamaz. Şimdi erisale.com sitesini, ulaşımı kolay olması mülahazasıyla kaynak göstererek yazmaya devam edeceğim.
Eserlerden hareketle, delil olarak en çok öne sürülen 12 beyanı veya olayı, hem aktaracağım hem de kendi yorumlarım ile izah etmeye gayret edeceğim.
Beyan 1: “Ölmüş dehşetli adam”
Bediüzzaman’ın bir mektubunda (13. Şua, 439) cümle içerisinde geçer, bu tabir. Bence kelimeler hakikatin kendisi değil, hakikate taşıyan sembol ve köprülerdir. Bu beyana, ‘vefat etmiş olağanüstü bir adam’ şeklinde bir yorum da verilebilir, bir anlam da yüklenebilir. Konteks ve komseptten koparılarak, bir cümle içerisinden cımbızlanan bu tabirden hareketle, hakaret isnadı bulmak ve Atatürk’e ‘Deccal’ denmek istenmiştir iddiası, absürt bir çıkarım olur.
Atatürk sonrasında, özellikle okullarda zorunlu olarak onun fikirlerinin bir ‘ideoloji’ şeklinde anlatılması, mektupta esas kritik edilen konudur. Hatta bu meselenin kritik yapılması konusunun, zamanlama bakımından yanlış olduğuna işaret ederek, bunun ertelenmesi gerektiğine, talebelerine bizzat yazarın kendisi öneriyor. Özetle bu beyanda, Atatürk’e muhabbet ve sevginin, eğitimde, bilimde, resmi dairelerde mecburi tutulup-tutulmaması konusu yani bunun dengesi/ifratı/tefriti tenkit edilmektedir. Bu tenkitten, Deccal iddiasına bir delil aramak, bence zorlama bir yorum olur.
Beyan 2: “Bir adamı sevmemek suç mu?”
Mahkemenin böyle bir suç (!) isnadına karşı, Bediüzzaman’ın yukarıdaki başlıkta ifade ettiği gibi, hukuki savunma amaçlı, böyle bir soru kalıbı ile (13. Şua, 492 ve 549) karşılık vermiştir. Yapılan inkılaplara hücum etmediğini, sadece kendince gördüğü kusurları söyleyerek eleştirdiğini beyan ediyor. Hatalı olarak tespit ettiği hususlar ise, Ayasofya’nın müze ve Diyanet İşleri Dairesi’nin okul yapılmasıdır. Zaten onun temel felsefesi, düşmanlığa düşman olmaktır, insanlara değil. Birini sevmek/sevmemek veya dost olmak ise kişinin keyfine kalmış, hukukun konusu olamaz diyor, anlayana. Özetle diyebilirim ki, bana göre, bu tenkitlerinin neticesinde çıkarılan sonuç, Bediüzzaman Atatürk’e ‘Deccal’ demek istemiştir olamaz.
Beyan 3: “Kur’ân’a zararlı öyle bir adam çıkacak”
Dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye, Bediüzzaman bir dilekçe yazar. Bu dilekçenin ek kısmında, Atatürk için yazdığı ifadeler, Emirdağ Lahikasının 359. sayfasında mevcuttur.
Beni yazmaya mecbur bıraktılar diye başlar dilekçesine. Bu bir savunma duruşudur. Çünkü, Mustafa Kemal’e Deccal dediğini ve ona ‘dost’ olmadığını vesile ederek hücum edenler vardır mahkemelerde, hem de yıllarca. O ise bu iddiaya karşı, hadisleri yorumladığını, üstelik bu yorumların 36 sene önce yapıldığını belirterek devam eder açıklamalarına. Herhangi bir şahsı, hatta iddia makamının kastettiği kişiyi düşünerek yazmadığına ve yazamayacağına, rasyonel ve mantıki bir gönderme yapar. Savcılığın, önyargılı ve mahkum etme amaçlı, bu yorumlarını birebir doğru kabul ettikten ve bunları M.Kemal’in fiilleriyle örtüştürdükten sonra, ‘Deccal’ demiş oluyorsun iddialarında bulunmalarından hareketle, Said Nursi kendisinin hukuken sorumlu tutulamayacağını savunuyor.
Bediüzzaman’ın 3 madde ile detaylandırdığı savunmasının özü bence şudur: Deccal’ı, kişiyi, faili, maddesini yazmadım kimse de yazamaz, zaten hadisler buna müsaade etmiyor ki. Fakat kişiliğini, fiillerini, manasını, kendimce kritik ederek, yorum yaparak yazdım diyor. Ayrıca hem yazdığım hem de iradesine müdehale etmediğim için Kur’an’a zararı dokunamaz ki, beni niye sorumlu tutuyorsunuz diyor. Aksine iddia makamı, ’efali’ ve ‘manası’ ile yazdıklarıma bakarak, beni suçlama amaçlı ve kasten, onun ismine karşılık getirmişse ve dolaylı olarak birileri tarafından süreç içerisinde örtüştürülüyor ya da örtüşüyor ise bunu ‘zaman’ gösterdi diyerek, M. Kemal ile ‘dost’ olamamasının sebebini izah ediyor ve beraatini istiyor.
Bu 3 madde, dikkatli okunursa, ‘zaman’ gösterdi ifadesinin manası daha iyi anlaşılacaktır. Bana göre Bediüzzaman, fail ve kişi olarak bizzat M. Kemal’in şahsını değil, onun putlaştırılmasının, tabulaştırılmasının, o yıllarda henüz adı konulmasa bile, basireti ile sezerek, ‘Kemalizm’ olarak esasında devlet ideoloji haline getirilmesinin, ‘Deccal’ tarifiyle örtüşebileceğine dikkat çekiyor. Zaten böylesi bir savunmanın ve gerekçenin ardından, mahkemenin, eserlerine, kendisine ve talebelerine beraat kararı vermesi, benim bu görüşüme bir delil mahiyetindedir. Hakikati Allah bilir.
Bediüzzaman, kendi fikirlerinin, Kur’an ve Sünnet’i kastederek, mihenge vurulmasını (Tarihçe, 96) savunan bir insandır. İlgili hadislerin bizzat kendilerinde açık, objektif, nesnel, somut olarak, bir isim ve bir tarih ‘belirtilmemiş’ iken, onun bu beyanını hem de ona rağmen, ‘hayır belirtmiştir’ şeklinde anlamlandırmak, Bediüzzaman’ın dehasını hafife alarak, mantıksal çelişkiye düştüğünü iddia etmek olur.
Beyan 4: “Vurduğu tokat veya attığı taş”
Bediüzzaman, Afyon mahkemesine 9 maddelik bir şikayette bulunur. Metnin ana ekseninde, ‘adalet talebinde ısrar’ vardır ve sonuçta hakim beraat kararı verir. (14. Şua, 485) Hatta savcının, insaflı olarak, bu hatalı iddiasından vazgeçtiğini de yazar. Dokuzuncu maddede geçen bu, ‘kırk sene evvel beyan ettiğim bir hadîsin o şahsa vurduğu tokada binaen’ ibaresinden, Bediüzzaman’ın Atatürk’e ‘Deccal’ isnadında bulunmadığına, o günkü savcı ve hakim kesin kanaatle karar vermişlerdir. Aynı konuyu, başka bir yerde de, ’taarruz’ üslubuyla hareket ederek yazdığını (Emirdağ II, 486) söyler. Bu tarzının hata bile olsa, esas suçlayan tarafın hataları yüz katıdır, diyerek savunma yapar. Ayrıca iddiaların kaynağının gerçek değil aksine kuruntu, yani bir ‘mevhum suç’ olduğu benzetmesini de yapar.
‘Hadisin attığı taş’ analojisi üzerinden, 50 yıl önceki bu tevili ile, 20 sene sonraki bir insan kasdedilmiş ya da hedef alınmış olamayacağının mantıki çıkarımını açıklar. 130 kitabın, 1 kitabının, 2 sayfası üzerinden parçacı değil, eserlerine bütüncül bakılmasını savunur. Mahkemenin bunun aksine bir tutumunu ‘cinayete’ eşdeğer görür.
Kısaca, mecazi ’tokat ve taş’ kelimelerinden bence, hadisin evrensel olarak ilgili bütün muhatapları şefkatle uyardığı ve ikaz ettiği manası da pekala çıkarılabilir. İkazlar, tek taraflı anlaşılmamalı, yani sadece ‘atılanlara’ odaklanmamalı, aynı zamanda bu tokat ve taşın ‘atanlara’ bakan yönününde olabileceği hesaba katılmalıdır. Zira hem aldatmamak hem de aldanmamak bir esastır.
Beyan 5: “Bu dehayı kuşkulandırmak”
Eskişehir mahkemesinde, 4-5 madde sebebiyle tutuklu olmasına itiraz ederek, 1935 senesinde bir savunma yapar. Bediüzzaman ‘Ankara reislerinde, hususan Reisicumhur’da bir dehâ hissettim ve dedim: Bu dehayı, kuşkulandırmakla gelenek aleyhine çevirmek caiz değildir.’ şeklinde bir pozisyon şeçtiğini anlatır. (Tarihçe, 275)
Ardından kullandığı, ‘Askeri dehayı, gelenek aleyhine çevirmeye maatteessüf bir vesile oldu.’ ifadesi önemlidir. Dikkat edilirse burada hem bir beklenmedik ‘üzüntüden’ hem de açıklanmayan ‘vesile’ olaydan, bir manipülasyondan bahsetmektedir.
Bazı kişiler, aşırı yorumlara kapı aralamak için, metin üzerinde tahrifat yaparak, Bediüzzaman’ın kullandığı ‘gelenek/anane’ terimini, ‘İslam’ şeklinde değiştirerek, yazmadığını yazmış gibi çarpıtarak, büyük bir hata yapmaktadır. Hatadır, çünkü anlamı tamamen değiştirir. Gelenek, kültürdür, insan ürünüdür, içinde hurafe gibi hatalar olabilir. Oysa, İslam hatasızdır, ilahi bir sistemdir.
Bu açıklamalardan hareketle, Bediüzzaman Atatürk hakkında ‘Deccal’ çıkarımı yapmaya çalışmış ve kalkışmıştır, iddiasında bulunmak, bence mantıksal savrulmadan öteye geçmeyecek bir hipotez hatta bir safsatadır.
Beyan 6: “Mahrem tenkitler”
Bediüzzaman Afyon mahkeme heyetine, 9 esaslı savunma yapar. Siyasî hayatı terk etmişim, diye başlar savunmasına.
En sonundaki 9. esasta ise, “Ankara’da hükûmetin riyasetinde bulunan malûm birisine ettiğim itirazlara ve ağır sözlere karşı o reis mukabele etmeyip sükût etmesi ve o öldükten sonra, onun yanlışını gösteren bir hakikat-i hadîsiyeyi kırk sene evvel beyandaki fıtrî ve lüzumlu ve küllî ve mahrem tenkitlerim, makam-ı iddia, cerbezesiyle ona tam tatbikle bize medar-ı mes’uliyet yapılmış.” (14. Şua, 472) diye devam eder bitirir cümlelerini.
Atatürk hakkında bu yakıştırmayı yapan ve tatbik eden, Bediüzzaman değildir, savcılıktır. Hatta bu yakıştırmayı ‘cerbeze’ olarak yüzlerine söylüyor. Adeta heyete, insaf edin, zira kırk yıl önceki hadise getirdiğim yorumlarım ile beni hukuken suçlayamazsınız diyor. Sonra, bir şahsı kritik etmek, yanlışını söylemek hukuki bir ‘suç’ olamaz diyor. Tam aksine bu özel tenkitleri, lüzumlu bulduğunu ve hatta kendisinin yüzüne de ifade ettiğini beyan ediyor. Bu beyanlardan, Atatürk hakkında Deccal denmiştir sonucu çıkar mı? Bana göre asla!
Beyan 7: “Deccal, süfyan, din yıkıcı”
Tarihçe-i Hayat eserinde şöyle bir bölüm vardır: Risale-i Nur’daki harika kuvvet ve tesiratın neticesini müşahede eden gizli İslâmiyet düşmanları yine bir entrika çevirip Risale-i Nur’a ve müellifi Bediüzzaman’a suikastle, “Bediüzzaman gizli cemiyet kuruyor, halkı hükûmet aleyhine çeviriyor, inkılâpları kökünden yıkıyor, Mustafa Kemal’e deccal, süfyan, din yıkıcısı diyor, bunu hadislerle ispat ediyor” gibi bir sürü bahaneler ve plânlarla itham edilerek Kastamonu’dan Denizli Ağır Ceza Mahkemesine, yüz yirmi altı talebesiyle beraber 1943 senesinde sevk ediliyor. (Tarihçe, 492)
Görüldüğü üzere, bu bölümü aktaran ve yazan talebelerinin de duruşu ve şahitliği ortadadır. Atatürk hakkında, böyle bir beyanının olmadığını, bunun Bediüzzaman’a bir ‘suikast’ olduğuna şahitlik ediliyorlar. Ayrıca bunu iddia edenlerin, dikkatle okunursa, bir hakikatı değil, bir ‘itham’ ve bir ‘bahane’ söyleme sığındıklarını talebeleri de açıkça adeta haykırıyorlar.
Dahası, hem kendisi hem de talebeleri, bir başkasına ‘Deccal’ diyerek, o insana ’nifak’ ve dolayısıyla ‘küfür’ isnadında bulunmanın, usuliddin ilkeleri açısından riskini ve çizgisini bilen zihinlerdir.
Beyan 8: Birinci Meclisteki görüşme
En fazla üzerinde durulan bu görüşmedir. Zira burada karşılıklı diyaloglar vardır. Hatta başa baş görüşme de olmuştur. Birinci Meclis’e, 1922 yılında, defalarca yapılan ısrarlı ve şifreli davet üzerine, eski Van valisi Tahsin beyin de araya girmesiyle Bediüzzaman Ankara’ya gelmiş ve kendisi alkışlarla karşılanmıştır. 9 Kasım 1922 gününde, Bitlis milletvekili Arif beyin teklifiyle meclis kürsüsünde bir konuşma yapar. Bu arada saltanat, kısa bir süre evvel yani 8 gün önce, 1 Kasım 1922’de Meclis kararıyla kaldırılmıştı.
Hep birlikte kazanılan bağımsızlık mücadelesinden sonra, Mustafa Kemal’e, kurulacak yeni devletin ilkeleri konusundaki görüşlerini anlatan 10 maddelik (Tarihçe, 176) özel ve özlü bir mektup yazar. Fakat 23 Kasım 1922 tarihli, Cumhurbaşkanlığı arşivinde bulunan ve “çok mühim bir mektup” notu düşülerek saklanan bu özel ve tarihi mektubun içeriğini, bütün milletvekillerinin bilmesini de Bediüzzaman istemiş olmalı ki, yaklaşık 2 ay sonra, 19 Ocak 1923’te kamuoyu ile paylaşır.
Bu ikinci nüshanın birincisinden farkı, girişteki ‘özel hitabın’ genele çevrilmesi ve 8. maddeki ‘kişiye has’ cümlenin çıkartılmasından ibarettir. Bu farklar, Tarihçe kitabında yoktur. Yazar Güntay Şimşek, arşivdeki bu mektuba ulaştı ve yayınladı. En alttaki notta, 23 Kasım 1922, Duacınız Said-i Kürdi, Meclis Riyaseti, 5/3218 Evraka 2/12/338 Hıfzı şeklindedir.
Özel mektubun başlangıcında Mustafa Kemal’e hitaben, “İslâm Aleminin Kahramanı Paşa Hazretlerine Ey Şanlı Gazi, yüce şahsiyetiniz hem başarılı ordunun hem de yüce Meclis’in manevi kişiliğini temsil ediyor. Bu vesileyle kişilerin kusuru, onların manevi kişiliğine ve temsilcisinin hesabına geçer. Dolayısıyla kişileri ve temsilcileri doğru yola teşvik etmek, yönlendirmek en önemli görevinizdir. İki cihanda mutluluk ve başarılarınızı can-ı gönülden dileyen bu fakirin, bir meselede 10 sözünü, tavsiyesini, birkaç nasihatini dinlemenizi rica ediyorum.” diye yazar. Girişte, hitap öncesinde ise, “Bilin ki, namaz, mü’minler üzerine belirli vakitlerde farz kılınmıştır.” (4/103) ayeti vardır.
Ayrıca bu özel mektubun 8. maddesinde, “Napolyon’a değil belki Selahaddin-i Eyyubi gibi İslâm kahramanlarına tabi olmanız gerekir.” ilavesi ile onu yönlendirmesi söz konusudur. Mektup, Nisa Suresi 103. ayetle başlar ve Al-i İmran Suresi 173. ayetle biter.
Sadece bu yazılı belge bile, başlı başına Said Nursi’nin Mustafa Kemal’e bakışını anlamak için bence yeterlidir. ‘Dinsiz, Deccal’ bir insana böyle bir mektup yazılabilir mi? Bence hayır! Yazılabilir diyen olursa, bu o kişinin kendi yorumudur fakat müellifi kesinlikle bağlamaz.
Namaz konusundaki tartışma, M.Kemal’in şahsına indirgenemez. Zira, Birinci Dünya Savaşını kastederek, “Beş senede, yirmi dört saatte daima tâlim ve meşakkatle tahrik ve koşturmakla bir nevi namaz kıldırdı.” (Lemeat, 247) beyanı, namaz probleminin M. Kemal’e has olmayıp, Meclis’in, hatta ordunun da genel bir sıkıntısı olduğunu bilen bir vicdanın sızısıdır. Üstelik, imansız, dinsiz, ‘Deccal’ bir insana ’namaz’ hatırlatması ve ikazı yapılmaz ki! Aksini iddia etmek mantıksızlık olur.
Saltanatın kaldırılmasıyla ve dindara-dinsize tarafsız olmak kaydıyla da laiklik ilkesi ile Said Nursi’nin bir sorunu yoktur. Zaten, cumhuriyet ve hürriyet konusunda hemfikirdirler. Zira bir tanesi, ‘Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam.’ derken, diğeri de “Hürriyet ve istiklal benim karakterimdir.” diyor.
Mecliste, 25 Kasım 1922 günü milletvekilleri içinde, karşılıklı fikir alışverişinde, M. Kemal, “Sizin gibi kahraman bir hoca bize lâzımdır. Sizi, yüksek fikirlerinizden istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri yazdınız, aramıza ihtilâf verdiniz.” diyor. Said Nursi’nin ‘Paşa, Paşa’ diye başlayan tepkisi üzerine, M. Kemal zaten tarziye verir ki bu özür dilemektir. Yani tartışma o gün böylece sona erer. Hatta ikinci gün, başkanlık odasında ve bir saatin üzerinde özel bir görüşme daha gerçekleştirirler. (Emirdağ, 313) Bu buluşmada ise, Kur’an talebelerine yönelik yazdığım Hucumatı Sitte eserinin birinci kısmını, M. Kemal’e anlattığını beyan eden, Bediüzzaman’ın bizzat kendisidir. Metindeki ikazların içeriğine bakılırsa (29. Mektup, 587) bunların ancak ‘inançlı’ bir insana söylenebilecek ifadeler olduğu açıktır. Zira bir insanın dindar olmaması, dinsiz olması demek değildir. Hatta, yıllar önceki bu diyalogdaki kendi üslubununu hakperestçe kritik ederek, ‘pot kırdım’ ifadesini kullanır. Maalesef birileri, bu metni tahrif ederek, ‘put kırdım’ şeklinde değiştirip çarpıtıyor.
Birbirlerinin geçmişini ve kıymetini bilen iki kahraman entelektüelin diyaloglarını çağrıştırır bütün bunlar. Zaten 27 Mart 1916 tarihinde, Ruslara karşı Çapakçur (Bingöl) Savaşı başladığında o bölgede 16. Kolordu komutanı görevinde bulunan Mustafa Kemal’in, Bitlis’te gönüllü alay komutanı olarak talebeleriyle kahramanca çarpışırken Mart 1916’da esir düşen Said Nursi’yi duymamış olması düşünülebilir mi? Maalesef bu diyaloglar üzerinden, bana göre yapılan bazı hatalı yorumlar vardır. Öne çıkan eleştirdiğim bazılarını sizlerle paylaşayım. Güya önce M.Kemal, onu korkutmak istemiştir. Aksi olunca da, ‘vaizlik’ memuriyeti teklifiyle onu kontrol altına almak istemiştir. Hatta, maalesef dedikodulara dayanarak, ‘Kukla Hilafet’ teklifi yapıldı ama kabul etmeyince de, kendisine rakip olarak Libya’dan Sinnusi davet edildi, yalanına delilsiz sığınanlar vardır. Bazıları daha da ileri giderek, Trabzon milletvekili Ali Şükrü Bey’in, 27 Nisan 1922 tarihinde siyasi nedenlerle öldürülmesinin, Bediüzzaman’a gözdağı verilmek için yapıldığını iddia ederler. Bu yaklaşımların hepsi uç iddialardır. Her iki kahramanın fıtratları da bu isnatlara uygun değildir. Bence bunlara, ne Atatürk tenezzül eder ne de Bediüzzaman boyun eğer! Dikkat edin, meclisteki ortam, konuların hassasiyeti gereği, doğal olarak gerginlikler olsa bile, esasında bir fikir alışverişidir. İtiraz, zamanlama bakımından doğru veya yanlış dahi olsa, namaza değil, ’en evvel namaz’ konusunun ele alınmasına ve bunun ‘kılan-kılmayan’ şeklinde ‘ihtilafa’ sebep olmasınadır. Bence buradan, ‘Deccal ile mücadele ediyor’ çıkarımları yapmaya kalkanları, akıl, mantık, vicdan ve insaf kabul etmez. Hasılı, üniversite kurmak için, önce Sultan Mehmet Reşad’dan 20 bin altın alan Bediüzzaman, şimdi de Atatürk’ün de olumlu reyini alarak, Birinci Meclis’ten 163 milletvekilinin (Tarihçe, 181) imzası ile 160 bin banknot alarak, 3 Mayıs 1923 de Ankara’dan Van’a hareket eder. Trenin kalkış saatinde Bediüzzaman’ı uğurlayanlar arasında Atatürk’te vardır.
Beyan 9: Şüpheli Barla ziyareti
İkinci bir diyalog iddiası daha vardır, Akrebin Kıskacında kitabında, 2011 yılında yayınlanan. İddia dedim, çünkü kitabın yazarı olan Ahmet Özkılınç “Araştırmaya açıktır, teyit ettirilmesi lazımdır” diyor. Yazarın bile doğrulayamadığını itiraf ettiği, bu kulaktan kulağa duyma hatırayı Üzeyir Şenler anlatmış. Ona da Askeri Yıldız anlatmış. Ona da Kadri Mermutlu anlatmış. Peki buna kim anlatmış? İşte burada ikilik var. Nakledenin, dönemin valisi mi yoksa emniyet müdürü mü olduğu da net değil. Bu ismi meçhul kişi, 1969 senesinde bir tren seyahatinde, aynı kompartmanda yolda tanıştığı insanlara sözlü aktarmış. Teyit edilmemiş, Risaleler’de bahsi geçmeyen bu iddiaya göre Atatürk, Bediüzzaman’ı Barla’da ziyarete gider. Peki, birlikte ne konuşmuşlar? Burada da tutarsızlıklar var.
Bir anlatıma göre, Atatürk bizzat Tin suresi 4. ayetini hafızasından okuyup, bir soru soruyor. Sonrasında Bediüzzaman, Atatürk’e ikaz mahiyetinde, bir sonraki 5. ayeti kastederek “Devamını da oku!” diyor. Atatürk, Kur’an’ı alıp başka bir ayete bakmak isteyince de, güya Bediüzzaman, “Senin bu habis elin ona ulaşamaz, erişemez.” deyip terslemiş.
Başka bir aktarım ise, raftaki Kur’an’ı alarak ilgili ayeti okununca ve Atatürk “Bu âyet bana bakıyor “deyince, Bediüzzaman bu sefer, Alak suresini kastederek “Yaptıklarınla, sonraki sure sana bakıyor.” diye gönderme yapmış. Atatürk de bu iğnelemeyi anlamış, morali bozulmuş ve odadan hızla çıkmış. Sonra da bir nakle göre, “Yahu bu adam var ya, eskiden nasılsa hiç değişmemiş” veya başka bir nakle göre “Hocaefendi, aynı inadında devam ediyor “demiş.
Bu şüpheli olaya acaba bir işaret bulabilir miyim diye, kendince Bediüzzaman’dan delil arayanlar vardır. Mesela, Cifir hesabıyla, Alak suresinin 6. ayeti üzeriden, Deccal’in şahsına ve zamanına yapılan gönderme ve yorumdan hareketle, bu kişinin Atatürk olabileceğini iddia ederler. (Şualar, 732) Bu tez onu değil, sahibini bağlar. Ayrıca, Cifir ve Ebced hesapları üzerinden objektif, genel hükümler verilemez. Böylesi çıkarımlar, subjektif, işari, gaybi ve batınidir.
Bu birbirinden farklı ve teyit edilmeyen aktarımlar bence, bu şahsiyetlerin hem insani hem de İslami ilişkilerine tezattır, ayrıca onları küçük göstermektedir. Bu anlatı, ilgili kişileri, açıkçası çocukça tavırlar içinde kavgalı/düşman gösterme çabasıdır. Kanaatim, bırakın Bediüzzaman gibi bir usul ve üslup kahramanını, herhangi bir Müslüman bile, muhatabına böyle bir metotla/metotsuzlukla yaklaşmaz.
Farzı muhal, çelişkili anlatımlardan herhangi biri doğru olsa dahi, bu ziyaretteki diyaloglardan, Bediüzzaman, Atatürk’ü Deccal olarak görüyor, sonucunu çıkaranın hükmü ancak kendisini bağlar.
Beyan 10: “Deccali öldürmek istedi”
Hüsrev Altınbaşak, Bedizzaman’ın talebelerindendir. Hüsrev Bey’den ‘duyduk’ diye uydurulan bir iddia vardır. Güya ona da, Bediüzzaman nakletmiş. Bunu da kamuoyu ile paylaşan kişi, hapiste beraberken Hüsrev Bey bana ‘özel’ bu ilginç olayı anlattı, diye aktaran Kadir Mısırlıoğlu’dur. Bu yalanı, hukuki ve bilimsel olarak çürütecek tek delilin vefat ettiği gerçeğini bir kenara koyalım.
Olay şudur: Bediüzzaman, Atatürk’e Ankara Ulus’ta elinde kamasıyla, 1 metre mesafe kalana kadar yaklaşmış. Onu, elindeki kama ile tam öldürecekken vazgeçmiş. Sebebi de, kendisine, kerametvari olarak ‘devrin kutbu’ görünmüş ve ‘yapma’ demiş. Güya o zaman anlamış ki, ‘asrın fitnesi’ M. Kemal’dir.
Bu iddia bana göre, hem Bediüzzaman hem de talebesi Hüsrev Bey adına uydurulmuş bir iftiradır. Zira onun ilkesi, kerametten ziyade hakikattir. Öncelikle, burada Bediüzzaman üzerine, cinayete teşebbüs etme suçu atılmaktadır. Kahraman bir insanı, arkadan hançerlemek gibi bir adilik ile itham edilmektedir. Bu kişi esasında ona, kerametlerle amel ederek, ‘usuluddin’ kaidelerinin dışına çıkmakla ve büyük günah işlemeye yeltendi, iddialarında bulunmaktadır. Nedense, iddia sahibi, bizlerin, riskli bir zaman diliminde ve korumasız olarak Ulus’ta gezintiye çıkan bir Mustafa Kemal’i kabul etmemizi veya etrafında birileri olsa bile gafletle bu olayı hiç kimse fark etmemiş ve görmemiştir, yalanına inanmamızı istemektedir.
Farzı muhal, bu sefer de tam tersine, bir insan çıksa ve ‘Atatürk, duyduğuma göre Ankara’da Bediüzzaman’ı öldürmek istemiş ama silahı tutukluk yapmış’ derse, ne yapılır? Elbette geçerli bir kaynak, tanık, belge, delil veya itiraf yoksa, buna da iftira deyip geçmek, hukukun, rasyonel aklın ve makuliyetin gereğidir.
Beyan 11: “Lozan’ın İçyüzü: Din öldürülecektir”
6 Ekim 1950 tarihli Büyük Doğu dergisinin 29. sayısında, Necip Fazıl Kısakürek’in yazdığı bir makale vardır. Risale-i Nur tefsiri içinde olmasa da, daha ziyade mektuplaşma ve metotların yer aldığı lahikalara (Emirdağ, 396) bu makale de girmiştir.
Özetle, İngiliz Lord Gürzon’un iddiasına göre, Mısır Hahambaşısı Hayim Naum üzerinden, Mustafa Kemal ile irtibat kurulmuş, Lozan’da 24 Temmuz 1923 tarihinde yeni devletin bağımsızlığının tanınması karşılığında, gizli bir anlaşma yapılarak ‘Din öldürülecektir.’ sözü alınmıştır.
Bu dergideki makaleden, 27 yıl sonra duyuyoruz bu iddiayı. Üstelik nasıl bir gizli (!) anlaşma ise İngiliz meclisinde açıktan konuşulmuş ve bu konuşma dışarıya sızmış. Sonra da gazetelerden öğreniyoruz. Gazeteden de Lahikalara dahil ediliyor.
Düşmandan gelen bilginin doğruluğuna itimat edilir mi? Manipülasyon olamaz mı? Algı operasyonu yapılmış olamaz mı? İngilizler bu beklenti ile oyalanmış olamaz mı? Lahikalara ilave edilen bu gazete makalesinden ötürü, dolaylı olarak da olsa, Bediüzzaman tarafından, Atatürk’e ‘Deccal’ deniliyor sonucunu çıkarmak absürt olur.
Beyan 12: Cifir hesabı ile yapılan işari yorumlar
Yayınlanmayan bir eserinde, esas itibariyle cifir hesapları üzerinden, Kevser suresinin işari ve gaybi yorumları yapılıyor. Ayrıca otoriter askeri yönetim ne kadar devam edecek, sorusu cevaplanıyor. (Rumuzatı Semaniye, 29. Mektup, 8.Kısım, 626) Özellikle üç paşanın isimleri ve o dönemdeki bir kısım faaliyetleri anlatılıyor. Daha sonra, tevafukları, emareleri, delilleri ve işaretleri sıralayarak, bazı çıkarımlarda bulunur.
Fakat bizzat kendisi bu çıkarımlarına belli kayıtlar düşüyor. Bunların bazılarını sıralamak istiyorum.
Öncelikle kusurlu bir sonuç olma ihtimaline binaen, Bakara Suresi 286 ayetiyle Allah’a sığınıyor. İkincisi, bu yorumlar, Türkçe ezan ve tercüme çalışmalarına öfkeli bir tavır olarak, mukabele amacını taşıyor. Üçüncüsü o, dar bir dairede paylaştığı bu yaklaşımlarının, Risaleler ’e konulmasını ve yayılmasını istemiyor. Elbette korkudan değil, zira hayatı ve cesareti ortadadır. Belki de sebebi, kanaatinin değişmesi ihtimali olabilir. Dördüncüsü, akide ve kader açısından, bu konuların, geleceğe ait olmasından hareketle, mutlak ve kesin bilgi olmadığının altını çiziyor. Beşincisi, herkese açılmayan, dolayısıyla objektif bağlayıcılığı olmayan, bu türlü gizli ve sırlı haberlerin ’levhi mahv ispat’ sahifeleri, bazı koşullarda değişebilir diyor. Altıncısı, emareler, bütüne ait parçalardır fakat hakikat iddiası da değildir. Bunun hikmeti ise, münacat, iltica ve dua içindir diyerek vurguluyor. Yedincisi, Resullerden başkasına gayb kapısı kesinlikle açılmaz, O bildirir, O bilir diyor.
Zaten böyle düşünülmezse, yayınlanan Risalelerdeki diğer yaklaşımları ve savunmaları ile çelişkili bir durum ortaya çıkar ki, Bediüzzaman tutarsız bir şahsiyet değildir. Daha ne desin!
Bu 12 beyana ilave olarak, aşağıda Atatürk hakkında çok yazılıp çizilen önemli 3 meseleyi de izah etmeye çalışacağım. Zira parçacı yaklaşımla, adeta cımbızlanan bu 3 mesele ile, bazı insanlar tarafından kendisinin ‘dinsiz veya din düşmanı’ olduğuna delil olarak gösterilmeye çalışılıyor.
Mesele 1: Dr. Rıza Nur’un notları
Mustafa Kemal ve annesi hakkında hakaretler içeren yazıların dayandığı kaynak, Sinop Milletvekili Dr. Rıza Nur beyin bu notlarıdır.
Özetle bu notların içerisinde, birilerinden ‘duyduklarını’ yazdığı metinlerde hakaretler vardır. Güya babasının/soyunun belli olmadığını, annesi Zübeyde Hanım’ın kerhanede bir ‘metres’ olduğunu yazar. Ayrıca Mustafa Kemal’in ‘fuhuş’ düşkünü ve bir ‘katil’ olduğunu da ilave eder.
Bu notlar, ‘Hayat ve Hatıralarım’ ismiyle 4 cilt olarak yayınlanmış, ardından mahkeme tarafından yasaklanmıştır.
Yazar Cihan Oktay, ‘Düşünce ve Tarih’ dergisinde, orjinal notlar üzerinden kıyaslama yaparak, titiz bir çalışma neticesinde 3 araştırma makalesi yayınladı. İlgili bu ahlaksız bölümlerin, notlara sonradan ilave edildiğini bilimsel olarak ispatlamıştır.
Ayrıca, tarihçi yazar Yrd. Doç. Dr. Ali Güler, ‘Benim Ailem - Atatürk’ün Saklanan Ailesi’ ismiyle yayınladığı kitap ile, Osmanlı arşivlerindeki resmi belgeler ışığında, Mustafa Kemal’in soyunu detaylı bir şekilde açıklamıştır.
Mesele 2: “Gökten indiği sanılan kitaplar”
Bir meclis konuşmasında Mustafa Kemal, “Dünyaca bilinmektedir ki, bizim devlet yönetimimizdeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, yönetimde ve politikada bizi aydınlatıcı ana çizgilerdir. Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların doğmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz.” ifadelerini kullanmıştır.
Bu konuşmadan hareketle, kendisine, ‘Kur’an’ı inkar ediyor’ dolayısıyla ‘dinsizdir’ çıkarımı yapanlar vardır. Ancak bu, bana göre doğru bir sonuç değildir. Zira, Kur’an’ın kendisinde bu kitap ‘gökten inmiştir’ şeklinde bir ayet zaten mevcut değildir ki! Allah, zamandan ve mekandan münezzehtir. Burada, böylesi bir yanlış anlayışa karşı bir tavır ifade eden bir söylem olabilir.
Mesele 3: Kur’ân’a safsata mı dedi?
Mustafa Kemal, Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti Yüksek Başkanlığına gönderdiği bir mektupta, “Arabistan yarımadasının kumsal çöllerinden; (Ikre, Bismi, Rabbi) safsatasını esas tutmuş olan Araplar, uygar dünyada, bilhassa Türk zengin uygar bölgelerinde bu ilkel ve cahiliyet devrinin simgesi olan ilkeye dayanarak yapmadıkları tahrifat kalmamıştır. Bu zihniyetle hareket edenler İslam’dan önce evrensel Türk uygarlığının bütün belgelerini imha etmekte engel görmediler. Yazacağınız İslam tarihinin de bu doğrultuda toplayabileceğiniz belgelere dayanarak açıklanmasını önemli görürüm.” diye yazmıştır.
Oysa burada bana göre, anlatılmak istenen farklıdır. Önce ‘safsata’ kelimesinin Osmanlıcadaki o günkü anlamının, ‘görünüşte doğru ama hakikatte yanlış’ demek olduğunu bilmek gerekir. Yani safsata, bir düşünceyi anlamaya çalışırken yapılan ‘yanlış çıkarım veya yanlış anlama’ demektir.
Dolayısıyla, Mustafa Kemal’in anlatmak istediği, “Yaratan Rabbinin Adıyla Oku ayetini ‘yanlış anlayan’ bir kısım Araplar, uygar dünyada, bilhassa Türk zengin uygar bölgelerinde bu ilkel ve cahiliyet devrinin simgesi olan ilkeye dayanarak yapmadıkları tahrifat kalmamıştır…” anlamında düşünmek bana daha mantıklı duruyor.
Sonuç
‘Zabit ve Kumandan ile Hasbihal’ kitabında, “Ne olursa olsun, askerlerimizin ruhunu kazanmak bizim için bir görevdir. İlk önce onlarda bir ruh, bir emel, bir karakter yaratmak da Allah’tan, Peygamber’den sonra bize düşüyor.” diyen de, Mustafa Kemal Atatürk’tür. Ayrıca ruhunu teslim ederken, ağzından dökülen son kelamın, ‘aleyküm selam’ olması, ardından hakkında suizan etmeme adına pek manidar bir çizgi ve önemli bir işarettir.
Abdülkerim Öpelimi Paşa ile Mustafa Kemal Paşa’nın 27/28 Eylül 1919 tarihlerinde, gece yarısından önce saat 23.00’te başlayan ve sabah saat 07.30’a kadar tam 8.5 saat süren o kritik telgraf trafiğini okuyanlar, karşılarında ‘Melami’ kavramlarıyla selamlaşan iki gönül insanını görecektir. Tamamı, Nutuk kitabındaki ‘Abdülkerim Paşa’nın Aracılıkları’ başlıklı bölümde mevcuttur (Sayfa 92-99) ve oradan okunabilir.
Hasılı, Kur’an, Peygamber adına ve vatan uğruna yaptığı/yazdığı daha nice olumlu şeyleri bir kenara koysam bile, bütüncül bir bakış açısıyla değerlendirdiğimde, yukarıdaki beyan, bilgi ve yorumlar ışığında, ‘Bediüzzaman Atatürk’e Deccal’ demiştir sonucu çıkmaz ve çıkamaz.
Peygamber bile kalplerdeki imanı bilemez. Bu Allah ile insan arasında ilahi bir sırdır. Bu nedenle, mutlak ve kesin bilgi yoksa, herhangi bir insanın imanı konusunda, olumlu düşünerek yanılmayı, olumsuz düşünerek yanılmaya tercih ederim.
Bu yazıyı vatansever birinin, zaten yıllarca devam eden bir gerginliği ve tartışmayı tekrar alevlendirmek maksadıyla değil, genç nesiller tarafından yeni bir zıtlaşmaya sebep olmak için de değil, eski kuşaklardan süregelen gereksiz çatışmaların gitmesi ve bitmesi arzusu ile kaleme aldığını bilmenizi isterim.
Temennim, her iki kahramanın ve tarihi şahsiyetlerin, kutsallaştırmadan ve putlaştırmadan, olduğu gibi kabullenilmesi ve kucaklanması, nesillerimize doğru bir şekilde tanıtılması ve bıraktıkları değerli eserlerine sahip çıkılmasından ibarettir.